31 Aralık 2015 Perşembe

Okuduklarım ve En Beğendiklerim 2015 (AFD)


  2015 okuma hedefimi 52 kitap olarak belirlemiştim. İlk aylarda bu hedefimi geçeceğimi düşünüyordum. Maalesef iki ay elime neredeyse hiç kitap alamadığımdan 2015 bilançosu 50 kitapla sınırlı kaldı. 

  İnşallah 2016 her yönüyle daha güzel bir yıl olur. Herkese mutlu yıllar dileriz.
  1. Genç Werther'in Acıları - Johann Wolfgang Von Goethe
  2. İkinci Mesih - Glenn Meade
  3. Ben Bir Ağacım - Orhan Pamuk
  4. Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk
  5. Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir
  6. Kırık Kanatlar - Halil Cibran
  7. Biz - Yevgeni Zamyatin
  8. Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
  9. Ruh Adam - Hüseyin Nihal Atsız
  10. Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez
  11. Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş
  12. Yeniden Başlangıç Meridyeni - Esra Tanrıbilir
  13. Karamazov Kardeşler - Fyodor Mihailoviç Dostoyevski
  14. Doğu Öyküleri - Ferit Edgü
  15. Bülbülün Kırk Şarkısı - İskender Pala
  16. Ölümden Beter Yaşamlar - İlker Aksoy
  17. Son Tanık - Glenn Meade
  18. Amerikan Rüyası - Norman Mailer
  19. Olur Böyle Boktan Şeyler - Rick Springfield
  20. Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı - Kadir Aydemir
  21. Daniel'in Kitabı - E.L.Doctorow
  22. Açlık - Knut Hamsun
  23. Demir Ökçe - Jack London
  24. Aşksız Gölgeler - Kadir Aydemir
  25. Tom Sawyer - Mark Twain
  26. Huckleberry Finn'in Maceraları - Mark Twain
  27. Güneş Ülkesi - Tommaso Campanella
  28. Madde 22 - Joseph Heller
  29. Körleşme - Elias Canetti
  30. Hayatta Kalma Güncesi - Doris Lessing
  31. Gün Ortasında Arzu - Behçet Çelik
  32. Momo - Michael Ende
  33. Bozcaada Öyküleri - Kadir Aydemir
  34. Kalbimde Bir Yara Bozcaada - Tolga Aydoğan
  35. Muhteşem Gatsby - F.Scott Fitzgerald
  36. Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli
  37. Çizgili Pijamalı Çocuk - John Boyne
  38. İvan İlyiç'in Ölümü - Leo Nikolayeviç Tolstoy
  39. Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee
  40. Mücella - Nazan Bekiroğlu
  41. Franny ve Zooey - Jerome David Salinger
  42. Çiğdem Külahı - Ahmet Büke
  43. Gizliajans - Alper Canıgüz
  44. Romanov Komplosu - Glenn Meade
  45. Küçük Kara Balık - Samed Bahrengi
  46. Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit
  47. Garanti Karantina - Murat Menteş
  48. Zorba - Nikos Kazancakis
  49. Bu Ülke - Cemil Meriç
  50. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi - Barış Bıçakçı
En beğendiğim kitaplar;
Klasiklerden; Genç Werther'in AcılarıKaramazov Kardeşlerİvan İlyiç'in Ölümü ve Açlık 
Harper Lee'den Bülbülü Öldürmek ve 55 yıl sonra gelen sürprizi Tespih Ağacının Gölgesinde
Her yaşta okunması gereken; Küçük Kara Balık, Çizgili Pijamalı Çocuk ve Momo
En sevdiğim tür olan distopyanın Jack London'un kaleminden çıkan örneği; Demir Ökçe
Joseph Heller'in efsane kitabı; Madde 22 
Bana Marquez'i tekrardan sevdiren kitap; Kırmızı Pazartesi
İskender Pala'dan En Sevgiliyi bir bülbülün gözünden anlatan; Bülbülün Kırk Şarkısı
Türk tarihini en güzel anlatan yazarlardan biri olan Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sı
"Ne yazarsa okurum" dediğim iki isim, Zülfü Livaneli ve Ahmet Ümit'in çok beğendiğim son kitapları; Konstantiniyye Oteli, Elveda Güzel Vatanım 
Ve yine "Ne yazsa okurum"un İrlanda temsilcisi Glenn Meade'den efsane bir kitap; Romanov Komplosu

28 Aralık 2015 Pazartesi

Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit


ELVEDA GÜZEL VATANIM
AHMET ÜMİT
Everest Yayınları
Aralık 2015, 1. Baskı
558 Sayfa


AFD:
  Yorumlarımı okuyanlar bilir, Ahmet Ümit kitaplarını çok severim. Çünkü, Ahmet Ümit'in kitaplarını yazarken büyük bir emek harcadığını biliyorum, sadece kurgusal bir cinayet romanıyla yetinmez Ahmet Ümit, o cinayeti çözmeye çalışırken bize alt metinde tarihimizi anlatır, günümüz olaylarına bakış açısıyla da romanına renk katar.

  Ahmet Ümit kitaplarından ilk olarak Sis ve Gece'yi okumuştum. Sis ve Gece'den sonra elime hangi romanı geçerse okumaya başladım. Son yazdıklarını ise gözüm kapalı aldım, zira Patasana, Beyoğlu Rapsodisi ve Kavim gibi çok beğenerek okuduğum romanlardan sonra Ahmet Ümit benim için ne yazsa okurum yazarları arasına girdi.

 Ahmet Ümit kitaplarında genellikle; çözülmesi zor bir cinayet, karakterler arasında yaşanan güzel bir aşk hikayesi ve Ahmet Ümit'in bize asıl aktarmak istediği, tarihimiz olur. Cinayet ve aşk, kitabın sürükleyiciliği için gereklidir. Fakat "Elveda Güzel Vatanım"da çözülmesi gereken herhangi bir cinayet olmamasına ve bana göre Ester ve Şehsuvar Sami'nin aşk hikayesi de çok etkileyici olmamasına rağmen kitap sürükleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Çünkü "Elveda Güzel Vatanım" tarihimizin en önemli dönemlerinden biri olan Cumhuriyet öncesi Osmanlı'da, İtthihat ve Terraki fedaisi Şehsuvar Sami'nin yaşadıklarını anlatıyor. Bu yaşanılanlar da bana yeteri kadar heyecan verici geldi.

  "Elveda Güzel Vatanım"ın çıkacağını duyduğum andan itibaren kitapla ilgili neredeyse tüm bilgilere kulağımı kapadım. Ahmet Ümit'in çok güzel bir eser ortaya çıkaracağına inanıyordum. Bu inançla, kitabın içeriği hakkında gereğinden fazla bilgi alıp kitabın vereceği keyfi azaltmak istemedim. Kitap hakkında tek bildiğim, İtiihat ve Terraki dönemini anlatmış olmasıydı. Bu bilgi kitabı sabırsızlıkla beklemem için artı bir sebep oldu. Çünkü tarihimizi roman şeklinde okumayı seviyorum  ve İttihat ve Terraki dönemi okullarımızda sadece bir iki cümleyle geçilen bir dönem, okulda öğrendikleriyle "Bu dönemi iyi biliyorum" diyebilecek bir kişi çıkabileceğini sanmıyorum. Kitabın sayfaları arasında ilerledikçe 31 Mart Olayı, Bab-ı Ali Baskını gibi önemli olaylar hakkında sadece üstün körü bilgilerim olduğunu fark ettim. Tarih kitapları, araştırmaları da okumama rağmen benim için bir romandan öğrendiğim bilgiler, tarih kitabından öğrendiğim bilgilerden daha kalıcı oluyor. Belki de bu yüzden Ahmet Ümit'in romanlarını bu kadar çok seviyorum.

   "Elveda Güzel Vatanım" kesinlikle önereceğim kitaplar arasındadır. Fakat bir polisiye, bir cinayet romanı okuyayım diyerek "Elveda Güzel Vatanım"ı elinize alıyorsanız sıkılabilirsiniz. Tarihi bir roman okumak isteyenler için ise doğru bir tercih olacaktır. İyi okumalar dilerim.

"Elveda Güzel Vatanım" Tanıtım Filmi


Altı Çizilesi
  Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır...

   Kazanmaktan çok haklı olmak, güçlünün değil, kaybedenin yanında, mazlumla birlikte olmak. 

  Bu topraklarda bir felaket var Şehsuvar. Sanki suyla değil, kanla beslemişiz tarlaları, sanki güneş değil, vahşi bir ışıkmış günümüzü aydınlatan, bizi emziren annelerimiz memelerinden süt değil, öfke akmış... Öyle acımasız, öyle sert, öyle merhametsiz... Başka türlü neden bulamıyorum bu katliamlara, bu vicdansızlıklara, bu gaddarlığa... O millet, bu millet de değil benim derdim. hepimiz Osmanlı'ydık işte, al birimizi vur ötekine.... Ama adım gibi eminim, bu topraklarda bir kötülük var, her geçen gün biraz daha büyüyen, mani olunamaz bir kötülük...

  Ne para ne kadın, bence ahlakın baş düşmanı iktidar. Ahlaktan yoksun iktidar makamı, ya hırsız yapar insanı ya da soysuz. ne yazık ki insanoğlu iktidar denilen o büyük kudretle başa çıkmayı henüz başaramadı, bundan sonra başaracağı da kuşkuludur.

  Hep öyle yapmaz mıyız zaten? Anne baba söz konusuysa, onları hiç önemsemeyiz. çünkü fedakarlıklarını ve sevgilerini hep yanımızda bulacağımızı biliriz. Ancak kaybettiğimizde anlarız kıymetlerini.

  En mühim mücadele, fikirle yapılandır, şiddet eninde sonunda uygulayana dönen bir bumerangdır.

  Herkesin aynı yalana inanıyor olması, onu hakikat yapmaz.

18 Aralık 2015 Cuma

Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli

KONSTANTİNİYYE OTELİ
ZÜLFÜ LİVANELİ
Doğan Kitap
Mayıs 2015, 78. Baskı
Orijinal İlk Baskı: Mayıs 2015
476 Sayfa

AFD:
   İlk çıktığı günden beri okumak istediğim bir kitap "Konstantiniyye Oteli". Zülfü Livaneli'nden bugüne kadar Engereğin Gözündeki Kamaşma, Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm, Mutluluk, Leyla'nın Evi ve Son Ada'yı okudum ve hepsini çok beğendim. Bir kendini bilmez, Serenad'ın sonunu söyledi diye çok istememe rağmen onu okuyamıyorum. Sonunu unutmayı bekliyorum :)

  "Konstantiniyye Oteli"nin tanıtım yazısında "Cümbüş" kelimesi kullanılmış, belki de kitabın tek kelimelik özeti bu: "Cümbüş".
  İstanbul'un en gözde yerlerinden birine çok lüks bir otel açılıyor. Ülkenin en önemli yüzleri bu açılışa davetli, davetliler arasında büyük bir kibir yarışı, kim kimden daha değerli? Ve bu davetin emekçileri de orada tabii ki; otel çalışanları. Hatta otelin altında bulunan ölüler; yüz yıllık, bin yıllık ölüler de bu cümbüşe dahil. Tüm bu topluluğun yaşadıkları, hissettikleri, söylemek istedikleri, varolma sebepleri, umutları, düş kırıklıkları... Kısacası farklı insanlar, farklı yaşamlar üzerinden hayatın ve Türkiye'nin eleştirisi.

  Bir ana karakterin üzerinden gelişen, yan karakterlerle zenginleşen bir roman değil elimizdeki. Her bölümde farklı bir karakter gelip başrole yerleşiyor. Aslında bir ana karakter var: "Zehra" fakat "Zehra" sanki sadece kitabın roman havasını korumak için yaratılmış bir karakter gibi. Öykü kitaplarında kullanılan "Çerçeve Öykü" tekniğindeki, tüm öyküleri birleştiren o öykü gibi Zehra'nın anlatıldığı bölümler.

 "Konstantiniyye Oteli"ni okurken sürekli Sunay Akın kitapları geldi aklıma. Sunay Akın kitaplarında olan ve genelde çoğumuzun gözünden kaçan o küçük detaylar, o detayların öyküleştirilerek okuyucuya aktarılması gibiydi "Konstantiniyye Oteli"nin bölümleri. Her bölümde hayata, insanlığa ya da İstanbul'a dair farklı bir detay yakalanmış ve okura aktarılmış.

 "Konstantiniyye Oteli"yle bir kez daha Zülfü Livaneli'nin gözlemlerine, eleştirel bakışına, edebiyatına hayran oldum. Bana göre başucu kitabı olabilecek nitelikte bir kitap. Altını çizdiğim bölümleri okursanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu kitaptan sonra tek diyebileceğim; "Zülfü Livaneli ne yazsa okurum." olacaktır. Siz de okuyun Livaneli'yi ve okutun. Bu bakış açısına kesinlikle ihtiyacımız var.



Altı Çizilesi:
  Türk basını çoktan beri düz yazıyla şiiri bileştirmiş, her cümleyi ayrı bir paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor. Noktalı virgüllerle falan bölünen, yön değiştirerek, etken-edilgen konumlara geçen paragraflar ise tedavülden kalkan bir para gibi olmuş. Zaten postmodern dünya; modernitenin feci yanlışlarına karşı koyacağım derken başka bir aşırılığa yuvarlanmış; eğitimi, bilgiyi, insan ruhunun yücelmesini, yazın, estetik gibi temel kavramları düşman belleyip her şeyi ilkel kimlik algısı üstünden okumaya başlamış.

 "Ne de olsa gözünün önünde bir örnek vardı: Her şeyi ve herkesi anlamaya çalışan, dünyayı değiştirmeye kalkmadan önce kendisini değiştirmeye gayret eden, 'eğer bir kavga varsa kusur iki taraftadır' diyerek hayatı ılımlılık olarak anlayan, yani gerçek olamayacak kadar bilgeleşen işçi emeklisi babası."

  "Türkiye'de önemli insanlar değersizdir, değerliler ise önemsiz." -Ernst Reuter-

..."Hadi şu çocuk kaçırma vakasını anlat" diyor, "çok ilginç o." Bu söz üzerine masadaki genç kadınların başları hemen ona doğru dönüyor, çünkü hepsinin oğlansa prens, kızsa prenses sandıkları nasıl olup da böyle bir mucizeyi doğurdukları konusunda hayretten hayrete düştükleri, ufaklıkların her normal sözünü, her davranışını Hazreti İsa’nın mucizesiyle karşılamış müminler gibi gözleri kamaşarak izledikleri küçük çocukları var. Fazla sayıda doktorla, psikologla, şoförle, aşçıyla, piyano, bale, tenis hocalarıyla şaşkına çevirdikleri çocuklarını Amerika’da doğurup gelmişler. Böylece çocuklar Amerikan vatandaşlığı kazanmış ve yarın öbür gün Amerika’ya başkan olmaları yolunda hiçbir engel kalmamış...

...Türklerin ihtiraslarını bilmeyenler bu durma şaşırır belki ama bu ülkedeki hırslı çevrelerin cüret çıtasını ve ruhundaki ölçüsüzlüğü tanıyanlar, Türk'ün teroristinin bile, işe, papa vurarak başladığını bilirller. Ölçü sorunu vardır bu milletin. Bu ülkede görev yapan yabancı diplomatlar "Türklerin çiğnemeyeceği kadar büyük lokma ısırdığını" söylerler. Başbakanları dünyanın en büyük lideri, ekonomileri herkesi hayran bırakacak bir ekonomi, tarihleri kimselerde rastlanmayacak kadar ihtişamlı bir tarih, erkeklerin cinsel gücü bütün Batılı kadınları âşık edecek kadar muhteşem, dürüstlükleri ise göz yaşartıcı cinstendir. Bu son madde, bu kadar dürüst insanla dolup taşan ülkenin nasıl olup da dünya yolsuzluk liginde yüksek bir mevki elde ettiğini açıklamaya yetmez elbette. Çünkü kime sorulursa dürüsttür, namusludur; bu durmda ülkedeki yolsuzluğu Mars'tan gelen yeşil küçük adamlar yapıyordur herhalde.

  Suat Haznedar, o yazısında köyden şehre göç dalgasının başlarındaki Şaban filmleriyle 2000' lerin Recep İvedik filmlerini karşılaştırıyordu.. Yeşilçam el yordamıyla, dönüşümü saptamıştı. Aptal gülüşlü, saf, kentlilerin alay ettiği, kentlilerin karşısında ezilip büzülen, hele onların kızlarına yan gözle bile bakmaya cesaret edemeyen İnek Şaban' dan; önüne gelene posta koyan, vurdu mu deviren, nispeten zenginleşmiş, küstah kentlileri ezen Recep İvedik' e dönüşmesinin öyküsüydü bu ve bir sürü sosyolojik araştırmadan daha sağlam bir gözlemdi. Suat Haznedar gazete yazısında şöyle yazıyordu:
  Bu olayı sadece  bir sinema başarısı olarak değil, toplumun yüzüne tutulan bir ayna olarak görmekte yarar var. Türk toplumu, Recep İvedik' te kendini seyrediyor. Özellikle büyük şehirlerde sokağa çıktığınızda karşılaştığınız on kişinin sekizi ona benziyor. Bu açıdan "toplumsal bir fenomenle karşı karşıyayız!" demek herhalde yanlış olmaz.
  Eskiden Kemal Sunal filmleri çok tutulduğu için, insanın aklına ister istemez Şaban tiplemesi ile Recep İvedik tiplemesini karşılaştırmak geliyor. Şaban, büyük göçün başlangıcında köyden şehre yeni gelen, alçak gönüllü gecekondu mahallelerinde oturan, başını döndüren şehir karşısında köy safiyeti taşıyan, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir tipti. Şehrin katakullilerine aklı ermezdi.
  Yüksek binalara bakarken şapkası düşerdi. Gördüklerine hayran olurdu. Karşısına çıkan kızın yüzüne bakarken ağzını toplayamazdı.
  Şaban zamanla şehre alıştı. Oturduğu gecekondunun yerine kaçak bir bina dikti, altına da bir dükkan açtı. Akrabalarıyla birlikte siyasi bir partinin yandaşları arasına girdiği için himaye edildi. Artık kentlilere çekinerek bakmıyordu, eline para geçmişti.
  Kentli kızları aşağılıyor, sokakta karşısına çıkanlara amaçsızca kötülük ediyor, ikide bir 'Haaayt ulan! ' diye bağırıyor, milli maçlardan sonra silah sıkıyordu. Yüzünden o insani gülümseme silinmiş, tam tersine gördüklerini aşağılayan, hakaret eden bir nefret yerleşmişti. Kentin yeni efendisiydi o ve eski efendileri aşağılama hakkına sahipti.
  Böylece Şaban Recep' leşti. Ve Türk toplumu kendi yüzünü Şaban' da değil, bu yeni Recep' te görmeye başladı. Çünkü Şaban' lar hızla azalıyor, Recep' ler ise her geçen gün artıyordu. İstanbul' un 'kodamanlarını' önüne diziyor ve ' Adam olun laaan! ' diye bağırıyordu.
  Bu dönüşümü siyasi bir gelişme sananlar fena halde yanılır. Mesele kültürün değişimidir.
  Belki çoğu kişi için kötümser bir yazıydı ama günlük hayattaki sakin tavrının aksine yazılarında gayet keskin olan Suat Haznedar, her gün görüşlerinin doğrulandığını görüyordu." 

  Şehnaz , herkesin gözü önünde inlemeleri gittikçe hafifleyerek kan kaybından öldü, ancak ondan sonra adam kadını son bir kez öpüp tabancasını attı ve teslim oldu. Daha yürekli kocalar , kadını vurduktan sonra tabancayı kendi şakağına dayayıp intihar ediyordu. Besbelli Yusuf onlardan değildi. Şimdi bir sürü ceza indirimiyle hapse girecek, orada - ağır mahkum, leşi var diye- el pençe divan saygıyla karşılanacak, birkaç yıl yatıp çıktıktan sonra da muteber bir yurttaş olarak hayatına devam edecekti. Belkide daha önce 2 karısını öldürdüğünü hapis yattığını söyleyerek televizyondaki evlenme programına çıkıp yeniden evlenmek istediğini söyleyen yaşlı adam gibi davranacaktı. Adet böyleydi , onlara kader kurbanı deniyor, anlayış gösteriliyordu. Duvara kahrolsun hükumet yazdığı ya da okulda Deniz Gezmiş şiiri okuduğu için anti terör yasasına göre örgüt elemanı gibi gösterilip 30 yıla mahkum edilen gençler,öğrenciler gibi tehlikeli değildi toplum için. O gün ; Türkiye Cumhuriyeti'nde sadece 2014 yılındaki 294 kadın cinayetine bir tane daha eklenmişti.

  "Sözcükler bize, asıl söylemek istediklerimizi gizlemek için verilmiştir." -Talleyrand-

  Büyük romanları her kuşak yeniden filme çeker. Çünkü söz eskimez, görüntü eskir.

  "Bir toplumun müziği bozuldu mu, o toplumun pek çok şeyi bozulmuş demektir." -Konfüçyüs-

  Evliliğe giden yol harcamadan, evlilik ise karı kocanın baş başa verip tasarruf etmesinden geçer.

  Hepsi futbol düşkünü, hepsi iddialı hepsi konuşkan , hepsi zengin ve hepsi kilolu ve hiçbiri kitap okumaz.  Kimi bunu övünerek söyler; kimi de daha terbiyeli sayılabilecek bir tavırla, kitap okuduğunu belirtir ama hemen ekler: Öyle roman moman değil, ciddi kitaplar okurum ben.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Mücellâ - Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları
Kasım 2015, 1. Baskı
340 Sayfa

AFD:
   Mücellâ'nın yaşamı gibi sıradan bir hayat hikâyesi, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

  Mücellâ, ülkemizde geçmiş yıllarda kadına biçilen rolün tipik bir örneği; dört duvar arasında yaşayan, büyüklerinin sözünden çıkmayan, bir kadın için dışarının çok tehlikeli olduğu bilincine eriştirilen, tipik bir Türk kadını. O dönemlerde Mücellâ gibi yaşayan kadınların sayısı daha özgür yaşayabilenler diye tanımlayabileceklerimizden çok daha fazlaydı. "Bir kadın için dışarının çok tehlikeli olduğu" cümlesini, ne kadar geçmiş yıllar için kullansam da. günümüz için de bu söz maalesef hâla geçerliliğini koruyor . Ülkemizde minibüse binmenin bile vahşetle sonuçlandığını düşünürsek. :(

  Mücellâ'nın hayat hikâyesi için sıradan, tipik bir örnek dedim. Peki "Mücellâ" sıradan bir kitap mı? Kesinlikle değil. Mücellâ dört duvar arasında yaşayan bir kadın olmasına rağmen, yaşadıkları bu duvarlarla sınırlı değil. Aslında yaşamına giren herkesin hikâyesi, bir nevi Mücellâ'nın hikayesi. Yaşamak istediği hayat, aşklar, duygular, ya da düşünmeye bile cesaret edemeyeceği çılgınlıklar... Mücellâ hepsini kendi hikâyesi gibi yaşamıştı. Onlarla sevindi, onlarla üzüldü ve bu duyguları Nazan Bekiroğlu o muhteşem cümleleriyle bize o kadar güzel anlattı ki, bitmemesini istediğimiz bu güzel hikaye, maalesef tadı damağımızda kalarak bir çırpıda bitti.

  Mücellâ'yı, Mücellâ gibi olanları, hayatının dönüm noktasında cesaretle adım atmaktan çok ailesini, sevdiklerini, geride kalacakları düşünerek o adımı, tüm isteğine rağmen atmama (kesinlikle atamama değil) cesaretini gösterenleri anlatan en güzel cümle, tabii ki kitabın içinden, Nazan Bekiroğlu'nun kaleminden:
  "Hep aynı gözlerle bakardı hayata: Kazalı belâlı yolları kazasız belâsız atlatmayı, eylemekten çok eylememeyi başaranların çorak bakışı. Yaşanmamıştan çıkarılan gururun acı tacı."




Altı Çizilesi:
  Yangından geriye ne hasar kaldığını ancak dumanlar dağılınca anlayacaktı. Yara sıcakken duymamıştı acıyı. Gerçek acı zamanla başlayacaktı.

  Şimdi ey bezirgân, suçu suçluya ödetmeli masuma değil. Bu yüzden ben bir isimden ibaret kalsam bile, ölsem bile, kalsam bile, bir isim bile kalmasa benden geriye. Sen o ismi unutma. Unutmak affetmektendir. Aşkın olduğu yerde açılmaz affın kapıları. Oysa kalbim tanık sen beni affettin.
Ama sen yine de affetme beni ne olursun.
Ne olur bana karşı da bir kırgınlığın olsun.

  Ama sen beni anlama. Bu sayfaları neden yazdığımı şimdi bu mektubun sonuna yaklaştıkça anlıyorum ben de. Suç varsa karşılığında ya adalet ya merhamet olmalı. Sen adaletle hükmet Suna. Suçla beni. Kına. Yargıla. Ayıpla. Ko, azapta kalayım. Ama anlama. Anlamanın sonu merhamet, onun da sonu affetmektir çünkü. Affetme beni.

  Sevda dediğin ne ki? Tarifsiz bir tanışıklık duygusu. Sebepsiz bir gülümseme arzusu. Rüzgâr esti. Mantonun düğmelerini iliklerken sen de bana gülümsedin. Sen bana gülümsediysen bu sana değil bana bir şey katmış demekti.Acaba? Bu ümit bile yetti.

  İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa layık olmayanı da affetmek değil mi? Tıpkı vicdan gibi. Onu kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu anda koruyabildiğimiz şey değil miydi vicdan?

4 Aralık 2015 Cuma

Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee

TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE
Özgün Adı: Go Set A Watchman 
HARPER LEE
Çevirmen: Püren ÖZGÖREN
Sel Yayınları
Kasım 2015, 1. Baskı
(Orijinal İlk Basım 2015)
239 Sayfa


AFD:
  "Bülbülü Öldürmek"i bu sene içinde okumuştum. Tabii ki hemen hemen her okuyana bıraktığı etkiyi bende de bırakmış; en beğendiğim ve her okura tavsiye ettiğim kitaplardan bir olmuştu. "Bülbülü Öldürmek" beni bu kadar etkilemişken, devam kitabının çıkacağı söylentisi yayıldı. Bu söylentiyi duyduğum anda karışık duygular yaşadım. Seviniyordum çünkü; bugüne kadar beni en çok etkileyen karakter olan Atticus Finch'in hikayesi devam edecekti. Üzülüyordum; 55 yıl sonra böyle bir kitap yayınlanmasında "Bülbülü Öldürmek bu kadar tuttu bir devam kitabı yazarsak milyonlarca satarız." anlayışının etkili olabileceğini düşünmüştüm. Bu anlayışla yazılan kitaplardan ne kadar iyi olursa olsun bana samimi gelmiyor.  Neyse ki işin aslı benim düşündüğüm şekilde değilmiş.

  Harper Lee "Bülbülü Öldürmek"i yayınevine gönderdiğinde "Tespih Ağacının Gölgesinde"nin (Go Set A Watchman) orijinal metni de onunla birlikteymiş. O dönem yayıncısı "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi basmayı uygun görmemiş. Harper Lee kitabın ortaya çıkma ve basılma süreci hakkında şöyle bir açıklama yapmış;
 “Kitabın özgün kopyasının bugüne dek gelebildiğinin farkında değildim. Sevgili arkadaşım ve avukat Tonja Carter bunu bulunca çok şaşırdım ve memnun oldum. Epeyce düşündükten sonra güvendiğim birkaç kişiye okuttum ve onların kitabın basılmaya değer olduğunu belirtmeleri beni çok sevindirdi. Onca yıl sonra şimdi yayımlanacak olması benim için hem şaşırtıcı hem de onur verici”.

  Kitabımızın içeriğine geçelim artık. Olaylar yine Jean Louise "Scout" Finch'in gözünden anlatılıyor. Fakat namı değer Scout artık büyümüş, 26 yaşında kendi ayakları üstünde duran ve Newyork'ta tek başına yaşayan bir genç kadın olarak karşımızda. Hikaye Jean Louise'in ziyaret amacıyla evine, Maycomb'a dönmesiyle başlıyor. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen Maycomb'ta tensel ayrımcılık devam etmektedir. Fakat Jean Louise "Scout" Atticus'dan gördüğü, öğrendiği doğruları hala içinde yaşatmaktadır. Onun için bu tür ayrımcılıklar yoktur, zaten yaşadığı New York'ta da bunlar artık aşılmıştır. Fakat Maycomb farklıdır ve Jean Louise'in Maycomb'ta bıraktığı insanlardan bazıları ise anlayamayacağı biçimde farklılaşmıştır. Halası Alexandra'nın düşüncesine alışıktır, o zaten her zaman ayrımcılıktan yana bir tavır sergilemektedir. Peki o? O nasıl böyle düşünmeye başlamıştır? Nasıl böyle düşünebilir? Jean Louise için bu ev ziyareti beklenmedik bir yöne doğru gitmeye başlamıştır. Bu ziyaretinde öğrendikleriyle başa çıkabilecek midir? Peki O'nunla yüzleşebilecek midir?

   Tespih Ağacının Gölgesinde'de konumuz Bülbülü Öldürmek ile aynı; tensel, ırksal ayrımcılık. Bülbülü Öldürmek'de siyahiler, kaderlerine razı olmuş şekilde, beyazların onlar için çizdiği sınırları aşmayacak bir şekilde yaşamaktadır. Tespih Ağacının Gölgesinde'de ise aradan 20 yıl geçmiştir. Siyahlar artık daha bilinçlidir ve beyazların çizdiği sınırların adil olmadığının farkındadırlar. Sesleri gür çıkmaktadır.

   Tespih Ağacının Gölgesinde'yi okurken zorlandığım zamanlar oldu; Amerikan tarihini pek bilmeyen benim gibi bir okur için bazı bölümlerde anlatılanlar kopukluk yaşamama sebep oldu. Fakat zorlanmamın asıl sebebi sanırım çeviri ile ilgili olan problemlerdi. Çevirmenin kelime seçimleri ve cümlelerinde sanırım hatalar vardı. Sanırım diyorum çünkü, kitabı orijinal dilinde okuyamayacağım için asla emin olamayacağım. Daha önce Püren Özgören çevirisiyle Doris Lessing'in Hayatta Kalma Güncesi'ni okumuş, böyle bir sorunla karşılaşmamıştım. Acaba "55 sene bekleyen okurları bir de biz bekletmeyelim." diyerek basılmadan önce güzelce bir gözden geçirme yapılmadı mı? Kitapta bazı yazım yanlışlarının da bulunması bu teori mi güçlendiriyor gibi. :)

    Sözün özü; ilk olarak Bülbülü Öldürmek'i okumakla birlikte Tespih Ağacının Gölgesinde de kesinlikle öneririm. Okuyalım ve okutalım...


Altı Çizilesi:
  “Her insanın adası, Jean Louise, her insanın bekçisi vicdanıdır. Kolektif bilinç diye bir şey yoktur.”

  “Geriye bakıp, düne, on yıl önceye bakıp o günkü halimizi görmek her zaman daha kolaydır. Zor olan, şu anki bizi görmektir. Bu beceriyi edinebilirsen, yuvarlanıp gidersin.”


2 Aralık 2015 Çarşamba

Kasım 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Kasım ayı listemizin başında Ayşe Kulin'in son kitabı Tutsak Güneş var.


TUTSAK GÜNEŞ
   “Güneşimizle aramızda kara kedi gibi duran o Gökcisim, bir gün çekip gidecekti elbette. Belki çok yakındı çözüm. Kapıdaydı. O an gelene kadar bize düşen, sanki güneş gökte parlıyormuşçasına yaşamayı sürdürmekti. Hayata tutunmaktı.” Yakın gelecekte, yeryüzünde bir ülke… Tiran ölmüş ve oğlu başa geçmiştir. Ülke, din ulemaları ve polisler ordusundan oluşan bir demir yumrukla yönetilmektedir. Katı yasalarla sınıflara ayrılan halksa, yoğun denetim ve gözetim altında yaşamaktadır. Güneşse, kimselerin nasıl, neden olduğunu hatırlamadığı bir dönemden bu yana, “Gökcisim” denilen dev bir kütlenin ardındadır. Her yer buz tutmuş, yaşam sevinci tüm canlılardan el ayak çekmiştir. Gelgelelim yıpratıcı uykusuzluğuna çare arayan bilim kadını Yuna, geçmişine, kaderine ve en önemlisi de, bir kadın olarak tutkularına sahip çıkarak, beklenmedik bir şekilde gerçekleri sorgulamaya başlar. Topluma dayatılan kuralların, değişmez varsayılan yasaların, sonu gelmez sansürün mutlak olmadığını fark eden Yuna, sorumluluğunu üstlenip, deyim yerindeyse, güneşe açılan kapıyı aralamayı göze alacaktır. Geçmişle hesaplaşmalar, düzenle çatışan tutkular ve insanı dönüştüren aşklar… Ayşe Kulin, okurlarını sarsıcı bir gelecek hayal etmeye davet ettiği Tutsak Güneş’te, genç bir kadının unutulmaz uyanış hikâyesini anlatıyor.






1. Tutsak Güneş - Ayşe Kulin - Everest Yayınları
2. Kadın - Yılmaz Özdil - Kırmızı Kedi Yayınevi
3. Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery
4. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları
5. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap

1 Aralık 2015 Salı

Broadway'in Yeşil Devi sömestirde İstanbul'da! Shrek The Musical Zorlu PSM’de!

Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek'in beyaz perdeden Broadway'e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'ne taşınıyor.
Shrek'le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig'in 1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek'in bu başarısı, yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk olmasını sağladı.
Shrek'in güçlü kolları sonunda Broadway'e kadar uzandı. Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin Tesari'nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire'nin yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli Tony Ödülleri'nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley'nin tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali'ne En İyi Kostüm dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi.
Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde deneyimleme şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali'ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın.
Müzikali beklerken Shrek'le ilgili önemli satırbaşlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var.
-William Steig'in 1990 tarihli Shrek! isimli kitabının hakları, ilk olarak Steven Spielberg tarafından 1991'de satın alındı.
-1995 yılında Shrek'in beyaz perde uyarlaması için çalışmalar başladı.
-Shrek'i selendirmesi için seçilen ilk kişi, ünlü komedyen Chris Farley'di.
-Farley, 1997'de hayatını kaybedince Shrek'in seslendirilmesi görevi Mike Myers'a verildi.
-Serinin ilk filmi, toplam 484.4 milyon Dolar'lık gişe hasılatıyla kendi arenasında bir rekor kırdı.
-Shrek, Akademi Ödülleri tarihinin ilk En İyi Animasyon Film Oscar'ını 2001 yılında kazandı. En İyi Uyarlama Senaryo dalında ise aday oldu.
-Shrek, Mayıs 2010'da Hollywood Bulvarı'ndaki Şöhret Yolu'nda kendine ait bir yıldıza kavuştu.
Shrek The Musical, Türkiye'de ilk kez 22 Ocak - 7 Şubat 2016 tarihleri arasında orjinal dili ve Türkçe üstyazı ile Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde!
Detaylı bilgi almak için tıklayabilir, ön satış fiyatlarını kaçırmamak için hemen satın alabilirsiniz.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

23 Kasım 2015 Pazartesi

Çizgili Pijamalı Çocuk - John Boyne

ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK
Orijinal Adı: The Boy in the Striped Pyjamas
Çevirmen: Tülin - Tayfun TÖRÜNER
Tudem Yayınları
Nisan 2015, 18. Baskı
Orijinal İlk Baskı: 2006
205 Sayfa

AFD:
  "Çizgili Pijamalı Çocuk" bugüne kadar okuduğum en etkileyici kitaplardan biri. Kitapta, 2. Dünya Savaşı esnasında Auschwitz Toplama Kampı'nda tanışan 9 yaşındaki iki çocuğun hikayesi anlatılıyor. Çocuklardan biri; Auchwitz Toplama Kampı komutanının oğlu Bruno, diğeri ise toplama kampında esir olarak bulunan Shmuel.

  Hikaye aslında bize, savaşın ne kadar anlamsız olduğunu anlatıyor. Hikayedeki Bruno ile; beyni yıkanmamış, ailesi veya çevresi tarafından kalbine zehir işlenmemiş bir çocuğun gözünde, herkesin masum olduğu, kimsenin ırkına, cinsine ya da rengine göre ayrılmadığını görüyoruz. Bruno'nun gözünde Shmuel, etrafında gördüğü, tanımış olduğu çocuklar gibi sıradan bir çocuk. Kıyafetlerinin biraz kirli olması dışında.

  Hikayemiz Bruno'nun gözünden anlatılıyor, ben de Bruno'nun durumunu anlatarak girdim konuya fakat hikayedeki can alıcı nokta; hiçbirşeyden haberi olmayan Bruno'nun davranışları mı yoksa tüm yaşanılanlardan haberi olan, annesinden zorla ayrılan, küçücük yaşında ölümler, katliamlar gören ve buna rağmen bu katliamların baş sorumlularından biri olan komutanın, kendisine bir dost gibi yaklaşan oğlu ile arkadaş olabilen Shmuel'in tutumu mu?

  Kitabı herkese şiddetle öneririm. Doğduğumuz yeri, ırkımızı ve ailemizi seçemiyoruz, önemli olan etrafımızdaki tüm koşullara rağmen kalbimizi temiz tutabilmek.  Keşke her kalp Bruno'nun kalbi gibi temiz kalabilse ve her kalp tüm yaşadıklarına rağmen Shmuel'in kalbi gibi büyük olabilse...


Altı Çizilesi:
  Bruno hala Shmuel'in elini sımsıkı tutuyordu ve dünyadaki hiçbir şey Bruno'yu onun elini bırakmaya razı edemezdi.

19 Kasım 2015 Perşembe

Muhteşem Gatsby - F.Scott Fitzgerald

MUHTEŞEM GATSBY
Orijinal Adı: The Great Gatsby
Çevirmen: Figen YANIK
Remzi Kitabevi
Nisan 2013, 1. Baskı
Orijinal İlk Baskı: 1925
191 Sayfa

AFD:
  "Muhteşem Gatsby", uzun süredir okumak istediğim fakat nedense adından ve yazarından dolayı uzak durduğum bir kitaptı. Daha önce hiç F.Scott Fitzgerald okumamam ve "Muhteşem Gatsby"nin lise ve üniversitelerde satır satır incelendiğini duymam, sanırım kitabı gözümde çok zor okunan kitaplar kategorisine getirdi. Fakat bu düşüncemin yanlış olduğunu kitap bittikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim.

   Fitzgerald, "Muhteşem Gatsby"de 1920 Amerika'sını anlatmış ve o dönemin yaşam tarzını yani Amerikan Rüyası'nı eleştirmiştir. Kitabın anlatıcısı Nick Carraway, Muhteşem evinde muhteşem partiler veren Jay Gatsby'nin, küçük bir evde yaşayan yeni komşusudur. Nick, bu muhteşem partileri veren Gatsby'i oldukça merak etmektedir. Çünkü, herkes Gatsby'nin adını biliyor, partilerine büyük bir zevkle katılıyor olsa da aslında Gatsby hakkında kimse pek bir şey bilmemektedir. Geçmişi ve servetinin nereden geldiği hakkında farklı söylentiler vardır. Nick yavaş yavaş gerçekleri öğrenmeye başlar, Gatsby'nin bu muhteşem partileri vermesinin aslında tek bir amacı vardır... Kitabı, hiç okumayan bir kişinin okuma zevkini kırmayacak şekilde ancak bu kadar anlatabilirim.

  Kitabı sevdim mi? Klasikleri sevmeme rağmen "Muhteşem Gatsby" beni çok etkilemedi diyebilirim. Bir sonraki sayfayı merakla çevirmedim. Fakat o dönemin Amerika'sını anlatması ve eleştirmesini de göz önüne alırsam "Muhteşem Gatsby" önerebileceğim kitaplar arasında yerini alacaktır.



Altı Çizilesi:
   Çok daha genç ve toy olduğum yıllarda, babamın hiç aklımdan çıkmayan bir öğüdü olmuştu:
 "Birini eleştirmeye niyetlendiğinde," demişti, "yeryüzündeki herkesin senin imkanlarında doğmadığını hatırla, yeter." 

  "Zenginler para, fakirler çocuk yapar."

  "İnsanlar yaşarken onlara yakınlık göstermeliyiz, ölünce değil."

15 Kasım 2015 Pazar

Kalbimde Bir Yara Bozcaada - Tolga Aydoğan

KALBİMDE BİR YARA BOZCAADA
Minval Yayınları
Haziran 2014, 1. Baskı
İlk Baskı: Nisan 2014
224 Sayfa

AFD:
  "Kalbimde Bir Yara Bozcaada" Bozcaada'da bulunan "Kitap Fuarı" adı altındaki kitapçıyı gezerken rastladığım bir kitap. Bozcaada sempatimden dolayı hemen aldım. Aslında severek de okudum.

  Kitabımız; tarihimizin yüz karası olan, 6-7 Eylül olaylarının Bozcaada'ya yansımasıyla başlıyor diyebiliriz. Olaylardan önce hep birlikte huzur içinde yaşadıkları adayı, Rumlara dar eden kalbi bozuk kişiler. Adayı, adalıları, Türkleri ve Türkiye'yi çok sevmelerine karşı adadan ayrılmak zorunda kalan Rumlar. Yüzyıllar boyunca dost olarak yaşadıkları Rumların, evlerini kendilerine emanet ederek adadan ayrılışlarını gözyaşlarıyla izleyen Türkler ve yarım kalan dostluklar, aşklar üzerine yazılmış bir roman "Kalbimde Bir Yara Bozcaada"

   Kitabı genel olarak sevmeme rağmen, beni okurken rahatsız ettiği için eleştireceğim iki durum var. Birincisi ilkokul yaşlarındaki Rüzgar'ın bir çocuktan ziyade olgun bir insanmış gibi düşünmesi, konuşması. Neredeyse Rüzgar'ın her konuşmasında bunu hissettim. İkincisi ise neden kendisine gereksiz bir gizem katılmak istendiğini anlamadığım "Kitapçı" adlı karakter. Kitabın gidişatına hiçbir etkisi olmamasına ve Rüzgar'ın yediği içtiği ayrı gitmemesine doğal olarak da adını öğrenmesine rağmen neden adı "Kitapçı" olarak gizemlendi, algılayamadım. Bunlar çok küçük detaylar aslında, benim gibi takıntılarınız yoksa sizi rahatsız bile etmeyecektir ama ben bu tür küçük nüanslara maalesef takılıyorum. Bana göre bir çocuğu afacan ya da çok akıllı göstermek, çocuğun 50 yaşındaymış gibi konuşmasıyla olmamalı.

  Sözün özü; Bozcaada aşıklarına ve güzel bir aşk hikayesi okumak isteyenlere önerebileceğim bir kitap "Kalbimde Bir Yara Bozcaada".


6 Kasım 2015 Cuma

Bozcaada Öyküleri - Kadir Aydemir

BOZCAADA ÖYKÜLERİ
Hazırlayan: KADİR AYDEMİR
Yitik Ülke Yayınları
Eylül 2009, 1. Baskı
206 Sayfa

AFD:
  Kitabı uzun zaman önce almama rağmen Bozcaada'ya gidince okuyacağım diye bir süre kitaplığımda beklettim Ağustos ayında, her gittiğimde daha çok sevdiğim Bozcaada'da okumak nasip oldu.

  Kitapta en sevdiğim öyküler; Gidiş Dönüş, Aleko ve Deli Emin oldu. Yitik Ülke'nin bu tür derleme kitaplarını çok seviyorum, içinde çok güzel hikayeler barındırıyor, fakat bugüne kadar okuduğum her Yitik Ülke derlemelerinde güzel hikayelerin yanı sıra, nasıl seçildiğini anlayamadığım çok kötü hikayeler de oluyor. Acaba kitap hazırlanırken "Bozcaada Öyküleri kitabı hazırlayacağız bir öykü yazar mısınız?" mı deniliyor? Sonrada rica ile yazdırılan öyküler ya da öykü adı altında yazılan sıradan bir günün sıradan anlatımı, beğenilmese de ayıp olmasın diye yine de kitaba koyuluyor mu? Maalesef bazı öyküler benim böyle hissetmeme neden oldu.

  Ben, bir kitabın içinde sadece güzel bir tane öykü olsa da o kitap için "İyi ki okumuşum" derim. Ne kadar yorumum olumsuz olarak gözükse de, "Bozcaada Öyküleri"nde "İyi ki bu kitabı okumuşum" dedirten bir çok öykü var. Tüm Bozcaada sevdalılarına, Bozcaada'ya gitmek isteyenlere ve öyküseverlere önerilir.



1 Kasım 2015 Pazar

Ekim 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Ekim ayı listemizin başında Antoine de Saint-Exupery efsane kitabı Küçük Prens var.


KÜÇÜK PRENS



1. Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery 
2. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları
3. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap
4. Grey - E.L.James - Doğan Kitap
5. Tutsak Güneş - Ayşe Kulin - Everest Yayınları

24 Ekim 2015 Cumartesi

Momo - Michael Ende

MOMO
Orijinal Adı: Momo
Çevirmen: Leman ÇALIŞKAN
Kabalcı Yayınevi
Nisan 2012, 5. Basım
Orijinal İlk Basım: 1973
303 Sayfa

AFD:
    "Momo" yine okumakta çok geç kaldığımı düşündüğüm bir kitap. Çocukluk yıllarımda neden kimse Momo'yu bana önermedi acaba? Momo'nun verdiği mesajı, geleceğimizin büyük adamlarına bir an önce aktarmalıyız. Kötülüklerle tanışmadan, henüz hırs gözlerini boyamamışken, henüz tertemiz kalplerine ulaşabilecekken...

   Momo, kimsesiz bir çocuktur. Hikayemizin geçtiği kasabaya nereden geldiği bilinmez. Kasabalı ilk başta Momo'yu yadırgasa da, onunla konuştukça onu sever ve kalacak yer verirler. Momo kasabaya yeni bir hava katmıştır. Herkes Momo'yla vakit geçirmeyi çok sever. Derdi olan derdini anlatır, çünkü Momo çok iyi bir dinleyicidir. Küskünler Momo'nun yanında barışır, Momo çok güzel tavsiyeler verir. Çocuklar Momo'nun yanında çok eğlenceli vakit geçirirler, çünkü Momo'nun yanında hayal güçleri artar ve hiç akıllarını gelmeyecek oyunlar kurgulayıp zevkle oynarlar.

   Her şey kasabada bu kadar düzgün gitmeyecektir tabii ki, ortaya kötüler yani Duman Adamlar çıkar. Duman Adamlar, tüm halkı zamanlarını tasarruf etmeye ikna eder. İnsanlara boş yere ne kadar vakit harcadıklarını bu boş vakitlerinde aslında daha fazla neler yapabileceklerini empoze ederler. Çünkü Duman Adamlar'ın var olabilmek için insanların boşuna kullandıkları zamanlarına ihtiyaçları vardır. Duman Adamlar bir nevi zaman hırsızıdır.

   “Zaman tasarruf edeyim derken aslında başka şeylerden tasarruf ettiğinin kimse farkında değildi. Yaşamlarının gittikçe daha zavallı, daha tekdüze ve daha soğuk geçtiğini kavramak istemiyorlardı. Bu gerçeği sadece çocuklar, taa yüreklerinde hissettiler.”

Ulrike Enders'in Hannover'deki
Michael Ende Meydanı için yaptığı
Momo'nun heykeli
Wikipedia
  Duman Adamlar'ın herkesin beynini yıkamasıyla, kasaba yaşanmaz bir hale gelir. Özellikle Momo ve çocuklar bu durumdan oldukça rahatsızdır. Çünkü Duman Adamlar bir tek çocukları etkileyemezler. Momo'nun önderliğinde ortada bir şeyler döndüğünü fark eden çocuklar bu duruma son vermek isteseler de Duman Adamlar ailelerinin aklına girerek çocukları saf dışı bırakır.

  Momo bu savaşta yalnız kaldığını düşünürken ortaya bir kaplumbağa çıkar ve olaylar gelişir.

...nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gökkuşağının renkleri ve sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır.

   Yüreğinizin hiç bir zaman kör ve sağır olmaması dileğiyle...

14 Ekim 2015 Çarşamba

Güneş Ülkesi - Thoma Campanella

GÜNEŞ ÜLKESİ
Orijinal Adı: Civitas Solis
Çevirmen: Çiğdem DÜRÜŞKEN
Kabalcı Yayınevi
Ekim 2011, 2. Basım
Orijinal İlk Basım: 1602
196 Sayfa

AFD:
  "Güneş Ülkesi" Thoma Campanella'nın hapiste yazdığı ve bir gün gerçekleşeceğini umut ettiği ütopyasıdır. Aslında bir gün gerçekleşecebileceğini düşündüğü için Campanella açısından, Güneş Ülkesi bir ütopya olamaz. Çünkü ütopya demek gerçekleşmesi mümkün olmayan toplum tasarısı demektir. Fakat ben Campanella gibi düşünmüyorum, bana göre Güneş Ülkesi gibi bir ülkenin var olabileceğini ummak,  kesinlikle ütopik bir düşünce.

  "Güneş Ülkesi" neden ütopiktir? Neden gerçekleşmesi mümkün değildir? Campanella'nın Güneş Ülkesi için öngördüğü düzen, Campanella'nın anlatımına göre oldukça güzel işlemektedir. Fakat insan, hırsları olan bencil bir yaratıktır.

   Güneş Ülkesi'nde; devletin yönetici kadrosu, o ülkenin en iyi yetişmiş kişilerinden oluşur. Normal dünyada ise en iyi yağcılık yapan ve halkın algılarıyla en iyi oynayabilenler yönetici kadrolarındadır. En yukarıdaki yöneticiye yakın isimler hiçbir vasıfları olmasa da üst düzey yönetici olabilirler.

    Güneş Ülkesi'nde özel mülkiyet yoktur. Buna kadınlar ve çocuklar da dahil. Kadınlar ve çocuklar kısmının hiçbir toplumda bu şekilde geçerli görülebileceğini düşünmüyorum. Özel mülkiyete gelirsek başta da dediğim gibi insanoğlunun hırsları vardır. Hep daha fazlasını ister. İstediğimiz kadar eğitim almış olursak olalım kendimiz için daha iyi şeyler isteriz. Çünkü en çok biz hak ediyoruzdur.

   Campenalla insanoğlundaki bu hırsın, bencilliğin ülkesinde kurduğu düzenle aşabileceğini düşünmektedir. Ülke tamamen eğitim üzerine kurulmuştur. Ülkenin tüm duvarlarında eğitici bilgiler yer almakta, çocuklar küçük yaşlardan itibaren yetenekleri doğrultusunda eğitilmektedir. Herkes yeteneklerinin yatkın olduğu işi yapmakta, çalışma saatleri ise günde 4 saati aşmamaktadır. Geri kalan saatlerde insanlar kendilerini mutlu edecek oyunlarla etkinliklerle (şans oyunları hariç) vakit geçirir. Böylece herkes yaşadığı yerden ve bulunduğu konumdan memnundur. Ama maalesef biz bulunduğumuz konumu değil hep daha fazlasını isteriz.

   Her ütopik eseri okuduğumda, mükemmel olarak tasarlanan o ülkede yaşamanın nasıl bir şey olabileceğini hayal ederim. Sonra da en iyi eğitimli, en üst düzey kişiden en sıradan insanına kadar o ütopyayı birkaç günde nasıl yok edebileceğimizi düşünürüm. Daha çöplerini çöp kutusuna atmayı beceremeyen aciz varlıklarken, böyle ütopyalarla bir anlık da olsa umutlanmak bana oldukça keyif veriyor. Sanırım ütopya okumayı bu nedenle çok seviyorum.

2 Ekim 2015 Cuma

Eylül 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Eylül ayı listemizin başında Azra Kohen'in son kitabı Pi var.


Pi
Şimdi itiraf zamanı!

 İtiraf ediyorum: Sana tuzaklar kurdum.

 Adlarını Fi ve Çi koydum.

 Can Manay’ın Duru’ya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,

 Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Deniz’le anlatmaya çalıştım sana…

 Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.

 Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim. Çünkü Pi’deydi asıl anlatmak istediklerim.

 Çaresizdim. Vazgeçemezdim.

 Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.

 Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.

 Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.

 Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını

 Özge anlatsın sana,

 Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğini

 Can’dan dinle,

 Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu

 Bilge’de gör,

 Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını

 Duru’yla anla,

 Ve Deniz’in düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla… Gel benimle. Yolumuz uzun değil,

 Nihayet sana gidiyoruz, bana… BİZ’e.

 π

 Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam hiç yaşanmamıştır.


1. Pi - Akilah Azra Kohen - Destek Yayınları 
2. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap
3. Fi - Akilah Azra Kohen - Destek Yayınları
4. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları
5. Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery - MaviBulut Yayıncılık

3 Eylül 2015 Perşembe

Ağustos 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Ağustos ayı listemizin başında Azra Kohen'in son kitabı Pi var.


Pi
Şimdi itiraf zamanı!

 İtiraf ediyorum: Sana tuzaklar kurdum.

 Adlarını Fi ve Çi koydum.

 Can Manay’ın Duru’ya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,

 Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Deniz’le anlatmaya çalıştım sana…

 Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.

 Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim. Çünkü Pi’deydi asıl anlatmak istediklerim.

 Çaresizdim. Vazgeçemezdim.

 Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.

 Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.

 Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.

 Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını

 Özge anlatsın sana,

 Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğini

 Can’dan dinle,

 Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu

 Bilge’de gör,

 Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını

 Duru’yla anla,

 Ve Deniz’in düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla… Gel benimle. Yolumuz uzun değil,

 Nihayet sana gidiyoruz, bana… BİZ’e.

 π

 Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam hiç yaşanmamıştır.


1. Pi - Akilah Azra Kohen - Destek Yayınları 
2. Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli - Doğan Kitap
3. Fi - Akilah Azra Kohen - Destek Yayınları
4. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap
5. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski

BOYALI KUŞ
JERZY KOSINSKI
Çevirmen: Aydın EMEÇ
E Yayınları
Aralık 2006, 4. Baskı
(Orijinal İlk Basım 1965)
256 Sayfa

AFD:
   Sıklıkla söylediğim gibi, II. Dünya Savaşı’nı konu edinen romanlar benim ilgiyle okuduğum kitaplar olmuştur. İnsanoğlunun ne denli acımasız olabileceğini her zaman gözler önüne serer bu tür romanlar. Fakat bugüne kadar hep Nazilerin yaptıkları katliamı anlatan kitapları okumuşum. Ben sadece askerlerin böyle bir katliama alet olduklarını sanırdım. Boyalı Kuş ile o dönemde yaşamış Almanların çoğunun bu katliam zihniyetiyle dolu olduğunu öğrenmiş oldum.

  Evet “Boyalı Kuş” Nazi Almanyası’nda savaşın tam ortasında geçiyor. Savaş başladığında ailesini kaybetmiş bir Yahudi çocuğun, bu coğrafyada köyden köye süren bireysel yaşama savaşı anlatılıyor. Her gittiği köyde gördüğü şiddet, taciz ve iğrençlikler benim için çok fazla geldi. 

  Ne kadar da fazla batıl inanç varmış, ben bu kitapta yer verilen batıl inançların ortaçağda kaldığını düşünürdüm. Meğer ne kadar yakın geçmişte, batıl inançlar uğruna nasıl  vicdansız eziyetler yapılmış, cinayetler işlenmiş.

   Yine her zaman olduğu gibi kitabın önsöz kısmını okumayı sona bırakarak başladım kitabı okumaya ve iyi ki böyle yapmışım. Okuduğum her şey, normalde önsöz olup da benim için sonsöz olan bölüm ve Kosinski’nin Boyalı Kuş’un yayınlanışının onuncu yılında yazdığı yazısını okumamla daha çok anlamlandı.

   Kitapta çok fazla yazım hatası vardı. Bunları nasıl fark etmezler anlamış değilim.

   “Tavsiye eder miyim?” kısmına gelirsek; öncelikle şunu söylemek gerekir ki, bu kitap için bir +15 uyarısı mutlaka olmalı. Benim bu yaşımda bile bazı yerleri okurken tabiri caizse içim kalktı, bazı yerlerde de insan olmaktan, onlarla türdeş olmaktan utandım. Sağlam bir mideniz varsa okuyunuz çünkü Kosinski gördüklerini ve duyduklarını tüm gerçekliğiyle hiçbir sansür uygulamadan yazmış.


-"Boyalı Kuş"u buradan satın alabilirsiniz.-

Altı Çizlesi:
   "Kadınlarla çocukların paylaşılacağı doğruysa her çocuğun birkaç babası, birkaç anası, sayısız kardeşleri olacak demekti. Çok güzel geliyordu bu bana. Herkesin olmak! Nereye gitsem babalar güven verici elleriyle saçlarımı okşayacak, anneler beni göğüslerinde sıkacak, ağabeyler beni köpeklerden koruyacak, ben de kız kardeşlerime göz kulak olacaktım. Köylülerin neden korktuklarına akıl erdiremiyordum doğrusu." 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Gün Ortasında Arzu - Behçet Çelik

GÜN ORTASINDA ARZU
Can Yayınları
Mart 2011, 2. Baskı
Orijinal İlk Basım: 2007
 138 Sayfa

AFD:
  "Gün Ortasında Arzu" Behçet Çelik'in 2008 Sait Faik Abasıyanık Hikaye Armağanı"na layık görülen kitabı. Benim de okuduğum ilk Behçet Çelik kitabı.

   Kitabın ilk hikayesi, kitaba adını veren "Gün Ortasında Arzu" oluyor. Bir geri dönüşün hikayesi bu, yıllar önce terk ettiği eve, baba ocağına dönüş. Geride bırakılan ise sadece gelinen yer değil, bir aşk, bir sevgili de geride bırakılanlar arasında. Bu sevgilinin kim olduğunu, aşkın neden yarım kaldığını çözmeye çalışırken hikaye bu sorularla bitiyor. Yeni hikaye "İyi Olacak, İyi" başlayınca karakterin tanıdık olduğunu görüyor ve "Demek ki sorularıma burada cevap alacağım." diyorum. Fakat hikaye bittiğinde bana kalan, sorularıma eklenen yeni sorular oluyor.

   Kitabın her hikayesi aynı kahramanın başından geçenler, ben de her hikayede sorularıma cevap arıyorum, cevaplardan çok sorular bulsam da karşımda. Kahramanımız tüm hikayelerde geçmişiyle hesaplaşıyor; geçmiş aşkları, geçmiş arkadaşlıklarıyla. Aşkları gibi, dostluklarının da neden ve nasıl yarım kaldığı belli değil. Geçmişinde bulunan insanların ortak yanı; kahramanımızın genel olarak suskun tavrı. Bize her ne kadar onlara sustuğu kadar susmayıp, anlatsa da bize de içini tam olarak dökmüyor.

    Kahramanımız bana; Aylak Adam'ı, Hikmet Benol'u anımsatıyor. Ben de bu tarz karakterleri çok sevdiğimden "Gün Ortasında Arzu" da sevdiğim kitaplar arasında yerini alıyor.

-"Gün Ortasında Arzu"yu buradan satın alabilirsiniz.-


Altı Çizilesi:
  Koskocaman kahkahalar atıp geçer dalgayı. "Bitmişsin sen," der.
  "Ben daha başlamadım," diyemez, susarım.

  "Yaşadıklarınla heyben dolmayıp boşaldı durdu -delikmiş, ya da delmişsin bilendikçe."

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Temmuz 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Temmuz ayı listemizin başında Azra Kohen'in son kitabı Pi var.


Pi
Şimdi itiraf zamanı!


 İtiraf ediyorum: Sana tuzaklar kurdum.

 Adlarını Fi ve Çi koydum.


 Can Manay’ın Duru’ya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,

 Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Deniz’le anlatmaya çalıştım sana…

 Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.

 Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim. Çünkü Pi’deydi asıl anlatmak istediklerim.

 Çaresizdim. Vazgeçemezdim.

 Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.

 Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.


 Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.


 Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını

 Özge anlatsın sana,

 Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğini

 Can’dan dinle,

 Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu

 Bilge’de gör,

 Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını

 Duru’yla anla,

 Ve Deniz’in düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla… Gel benimle. Yolumuz uzun değil,

 Nihayet sana gidiyoruz, bana… BİZ’e.


 π


 Sorgulanmamış, analiz edilmemiş bir yaşam hiç yaşanmamıştır.

1. Pi - Akilah Azra Kohen - Destek Yayınları 
2. Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli - Doğan Kitap
3. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap
4. Kötü Çocuk 2 - Büşra Küçük - Ephesus Yayınları
5. Abdullah Gül ile 12 Yıl -  Ahmet Sever - Doğan Kitap
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...