Doğan Kitap
Mayıs 2015, 78. Baskı
Orijinal İlk Baskı: Mayıs 2015
476 Sayfa
AFD:
İlk çıktığı günden beri okumak istediğim bir kitap "Konstantiniyye Oteli". Zülfü Livaneli'nden bugüne kadar Engereğin Gözündeki Kamaşma, Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm, Mutluluk, Leyla'nın Evi ve Son Ada'yı okudum ve hepsini çok beğendim. Bir kendini bilmez, Serenad'ın sonunu söyledi diye çok istememe rağmen onu okuyamıyorum. Sonunu unutmayı bekliyorum :)
"Konstantiniyye Oteli"nin tanıtım yazısında "Cümbüş" kelimesi kullanılmış, belki de kitabın tek kelimelik özeti bu: "Cümbüş".
İstanbul'un en gözde yerlerinden birine çok lüks bir otel açılıyor. Ülkenin en önemli yüzleri bu açılışa davetli, davetliler arasında büyük bir kibir yarışı, kim kimden daha değerli? Ve bu davetin emekçileri de orada tabii ki; otel çalışanları. Hatta otelin altında bulunan ölüler; yüz yıllık, bin yıllık ölüler de bu cümbüşe dahil. Tüm bu topluluğun yaşadıkları, hissettikleri, söylemek istedikleri, varolma sebepleri, umutları, düş kırıklıkları... Kısacası farklı insanlar, farklı yaşamlar üzerinden hayatın ve Türkiye'nin eleştirisi.
Bir ana karakterin üzerinden gelişen, yan karakterlerle zenginleşen bir roman değil elimizdeki. Her bölümde farklı bir karakter gelip başrole yerleşiyor. Aslında bir ana karakter var: "Zehra" fakat "Zehra" sanki sadece kitabın roman havasını korumak için yaratılmış bir karakter gibi. Öykü kitaplarında kullanılan "Çerçeve Öykü" tekniğindeki, tüm öyküleri birleştiren o öykü gibi Zehra'nın anlatıldığı bölümler.
"Konstantiniyye Oteli"ni okurken sürekli Sunay Akın kitapları geldi aklıma. Sunay Akın kitaplarında olan ve genelde çoğumuzun gözünden kaçan o küçük detaylar, o detayların öyküleştirilerek okuyucuya aktarılması gibiydi "Konstantiniyye Oteli"nin bölümleri. Her bölümde hayata, insanlığa ya da İstanbul'a dair farklı bir detay yakalanmış ve okura aktarılmış.
"Konstantiniyye Oteli"yle bir kez daha Zülfü Livaneli'nin gözlemlerine, eleştirel bakışına, edebiyatına hayran oldum. Bana göre başucu kitabı olabilecek nitelikte bir kitap. Altını çizdiğim bölümleri okursanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu kitaptan sonra tek diyebileceğim; "Zülfü Livaneli ne yazsa okurum." olacaktır. Siz de okuyun Livaneli'yi ve okutun. Bu bakış açısına kesinlikle ihtiyacımız var.
Altı Çizilesi:
Türk basını çoktan beri düz yazıyla şiiri bileştirmiş, her cümleyi ayrı bir paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor. Noktalı virgüllerle falan bölünen, yön değiştirerek, etken-edilgen konumlara geçen paragraflar ise tedavülden kalkan bir para gibi olmuş. Zaten postmodern dünya; modernitenin feci yanlışlarına karşı koyacağım derken başka bir aşırılığa yuvarlanmış; eğitimi, bilgiyi, insan ruhunun yücelmesini, yazın, estetik gibi temel kavramları düşman belleyip her şeyi ilkel kimlik algısı üstünden okumaya başlamış.
"Ne de olsa gözünün önünde bir örnek vardı: Her şeyi ve herkesi anlamaya çalışan, dünyayı değiştirmeye kalkmadan önce kendisini değiştirmeye gayret eden, 'eğer bir kavga varsa kusur iki taraftadır' diyerek hayatı ılımlılık olarak anlayan, yani gerçek olamayacak kadar bilgeleşen işçi emeklisi babası."
"Türkiye'de önemli insanlar değersizdir, değerliler ise önemsiz." -Ernst Reuter-
..."Hadi şu çocuk kaçırma vakasını anlat" diyor, "çok ilginç o." Bu söz üzerine masadaki genç kadınların başları hemen ona doğru dönüyor, çünkü hepsinin oğlansa prens, kızsa prenses sandıkları nasıl olup da böyle bir mucizeyi doğurdukları konusunda hayretten hayrete düştükleri, ufaklıkların her normal sözünü, her davranışını Hazreti İsa’nın mucizesiyle karşılamış müminler gibi gözleri kamaşarak izledikleri küçük çocukları var. Fazla sayıda doktorla, psikologla, şoförle, aşçıyla, piyano, bale, tenis hocalarıyla şaşkına çevirdikleri çocuklarını Amerika’da doğurup gelmişler. Böylece çocuklar Amerikan vatandaşlığı kazanmış ve yarın öbür gün Amerika’ya başkan olmaları yolunda hiçbir engel kalmamış...
...Türklerin ihtiraslarını bilmeyenler bu durma şaşırır belki ama bu ülkedeki hırslı çevrelerin cüret çıtasını ve ruhundaki ölçüsüzlüğü tanıyanlar, Türk'ün teroristinin bile, işe, papa vurarak başladığını bilirller. Ölçü sorunu vardır bu milletin. Bu ülkede görev yapan yabancı diplomatlar "Türklerin çiğnemeyeceği kadar büyük lokma ısırdığını" söylerler. Başbakanları dünyanın en büyük lideri, ekonomileri herkesi hayran bırakacak bir ekonomi, tarihleri kimselerde rastlanmayacak kadar ihtişamlı bir tarih, erkeklerin cinsel gücü bütün Batılı kadınları âşık edecek kadar muhteşem, dürüstlükleri ise göz yaşartıcı cinstendir. Bu son madde, bu kadar dürüst insanla dolup taşan ülkenin nasıl olup da dünya yolsuzluk liginde yüksek bir mevki elde ettiğini açıklamaya yetmez elbette. Çünkü kime sorulursa dürüsttür, namusludur; bu durmda ülkedeki yolsuzluğu Mars'tan gelen yeşil küçük adamlar yapıyordur herhalde.
Suat Haznedar, o yazısında köyden şehre göç dalgasının başlarındaki Şaban filmleriyle 2000' lerin Recep İvedik filmlerini karşılaştırıyordu.. Yeşilçam el yordamıyla, dönüşümü saptamıştı. Aptal gülüşlü, saf, kentlilerin alay ettiği, kentlilerin karşısında ezilip büzülen, hele onların kızlarına yan gözle bile bakmaya cesaret edemeyen İnek Şaban' dan; önüne gelene posta koyan, vurdu mu deviren, nispeten zenginleşmiş, küstah kentlileri ezen Recep İvedik' e dönüşmesinin öyküsüydü bu ve bir sürü sosyolojik araştırmadan daha sağlam bir gözlemdi. Suat Haznedar gazete yazısında şöyle yazıyordu:
Bu olayı sadece bir sinema başarısı olarak değil, toplumun yüzüne tutulan bir ayna olarak görmekte yarar var. Türk toplumu, Recep İvedik' te kendini seyrediyor. Özellikle büyük şehirlerde sokağa çıktığınızda karşılaştığınız on kişinin sekizi ona benziyor. Bu açıdan "toplumsal bir fenomenle karşı karşıyayız!" demek herhalde yanlış olmaz.
Eskiden Kemal Sunal filmleri çok tutulduğu için, insanın aklına ister istemez Şaban tiplemesi ile Recep İvedik tiplemesini karşılaştırmak geliyor. Şaban, büyük göçün başlangıcında köyden şehre yeni gelen, alçak gönüllü gecekondu mahallelerinde oturan, başını döndüren şehir karşısında köy safiyeti taşıyan, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir tipti. Şehrin katakullilerine aklı ermezdi.
Yüksek binalara bakarken şapkası düşerdi. Gördüklerine hayran olurdu. Karşısına çıkan kızın yüzüne bakarken ağzını toplayamazdı.
Şaban zamanla şehre alıştı. Oturduğu gecekondunun yerine kaçak bir bina dikti, altına da bir dükkan açtı. Akrabalarıyla birlikte siyasi bir partinin yandaşları arasına girdiği için himaye edildi. Artık kentlilere çekinerek bakmıyordu, eline para geçmişti.
Kentli kızları aşağılıyor, sokakta karşısına çıkanlara amaçsızca kötülük ediyor, ikide bir 'Haaayt ulan! ' diye bağırıyor, milli maçlardan sonra silah sıkıyordu. Yüzünden o insani gülümseme silinmiş, tam tersine gördüklerini aşağılayan, hakaret eden bir nefret yerleşmişti. Kentin yeni efendisiydi o ve eski efendileri aşağılama hakkına sahipti.
Böylece Şaban Recep' leşti. Ve Türk toplumu kendi yüzünü Şaban' da değil, bu yeni Recep' te görmeye başladı. Çünkü Şaban' lar hızla azalıyor, Recep' ler ise her geçen gün artıyordu. İstanbul' un 'kodamanlarını' önüne diziyor ve ' Adam olun laaan! ' diye bağırıyordu.
Bu dönüşümü siyasi bir gelişme sananlar fena halde yanılır. Mesele kültürün değişimidir.
Belki çoğu kişi için kötümser bir yazıydı ama günlük hayattaki sakin tavrının aksine yazılarında gayet keskin olan Suat Haznedar, her gün görüşlerinin doğrulandığını görüyordu."
Şehnaz , herkesin gözü önünde inlemeleri gittikçe hafifleyerek kan kaybından öldü, ancak ondan sonra adam kadını son bir kez öpüp tabancasını attı ve teslim oldu. Daha yürekli kocalar , kadını vurduktan sonra tabancayı kendi şakağına dayayıp intihar ediyordu. Besbelli Yusuf onlardan değildi. Şimdi bir sürü ceza indirimiyle hapse girecek, orada - ağır mahkum, leşi var diye- el pençe divan saygıyla karşılanacak, birkaç yıl yatıp çıktıktan sonra da muteber bir yurttaş olarak hayatına devam edecekti. Belkide daha önce 2 karısını öldürdüğünü hapis yattığını söyleyerek televizyondaki evlenme programına çıkıp yeniden evlenmek istediğini söyleyen yaşlı adam gibi davranacaktı. Adet böyleydi , onlara kader kurbanı deniyor, anlayış gösteriliyordu. Duvara kahrolsun hükumet yazdığı ya da okulda Deniz Gezmiş şiiri okuduğu için anti terör yasasına göre örgüt elemanı gibi gösterilip 30 yıla mahkum edilen gençler,öğrenciler gibi tehlikeli değildi toplum için. O gün ; Türkiye Cumhuriyeti'nde sadece 2014 yılındaki 294 kadın cinayetine bir tane daha eklenmişti.
"Sözcükler bize, asıl söylemek istediklerimizi gizlemek için verilmiştir." -Talleyrand-
Büyük romanları her kuşak yeniden filme çeker. Çünkü söz eskimez, görüntü eskir.
"Bir toplumun müziği bozuldu mu, o toplumun pek çok şeyi bozulmuş demektir." -Konfüçyüs-
Evliliğe giden yol harcamadan, evlilik ise karı kocanın baş başa verip tasarruf etmesinden geçer.
Hepsi futbol düşkünü, hepsi iddialı hepsi konuşkan , hepsi zengin ve hepsi kilolu ve hiçbiri kitap okumaz. Kimi bunu övünerek söyler; kimi de daha terbiyeli sayılabilecek bir tavırla, kitap okuduğunu belirtir ama hemen ekler: Öyle roman moman değil, ciddi kitaplar okurum ben.
"Konstantiniyye Oteli"nin tanıtım yazısında "Cümbüş" kelimesi kullanılmış, belki de kitabın tek kelimelik özeti bu: "Cümbüş".
İstanbul'un en gözde yerlerinden birine çok lüks bir otel açılıyor. Ülkenin en önemli yüzleri bu açılışa davetli, davetliler arasında büyük bir kibir yarışı, kim kimden daha değerli? Ve bu davetin emekçileri de orada tabii ki; otel çalışanları. Hatta otelin altında bulunan ölüler; yüz yıllık, bin yıllık ölüler de bu cümbüşe dahil. Tüm bu topluluğun yaşadıkları, hissettikleri, söylemek istedikleri, varolma sebepleri, umutları, düş kırıklıkları... Kısacası farklı insanlar, farklı yaşamlar üzerinden hayatın ve Türkiye'nin eleştirisi.
Bir ana karakterin üzerinden gelişen, yan karakterlerle zenginleşen bir roman değil elimizdeki. Her bölümde farklı bir karakter gelip başrole yerleşiyor. Aslında bir ana karakter var: "Zehra" fakat "Zehra" sanki sadece kitabın roman havasını korumak için yaratılmış bir karakter gibi. Öykü kitaplarında kullanılan "Çerçeve Öykü" tekniğindeki, tüm öyküleri birleştiren o öykü gibi Zehra'nın anlatıldığı bölümler.
"Konstantiniyye Oteli"ni okurken sürekli Sunay Akın kitapları geldi aklıma. Sunay Akın kitaplarında olan ve genelde çoğumuzun gözünden kaçan o küçük detaylar, o detayların öyküleştirilerek okuyucuya aktarılması gibiydi "Konstantiniyye Oteli"nin bölümleri. Her bölümde hayata, insanlığa ya da İstanbul'a dair farklı bir detay yakalanmış ve okura aktarılmış.
"Konstantiniyye Oteli"yle bir kez daha Zülfü Livaneli'nin gözlemlerine, eleştirel bakışına, edebiyatına hayran oldum. Bana göre başucu kitabı olabilecek nitelikte bir kitap. Altını çizdiğim bölümleri okursanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu kitaptan sonra tek diyebileceğim; "Zülfü Livaneli ne yazsa okurum." olacaktır. Siz de okuyun Livaneli'yi ve okutun. Bu bakış açısına kesinlikle ihtiyacımız var.
Altı Çizilesi:
Türk basını çoktan beri düz yazıyla şiiri bileştirmiş, her cümleyi ayrı bir paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor. Noktalı virgüllerle falan bölünen, yön değiştirerek, etken-edilgen konumlara geçen paragraflar ise tedavülden kalkan bir para gibi olmuş. Zaten postmodern dünya; modernitenin feci yanlışlarına karşı koyacağım derken başka bir aşırılığa yuvarlanmış; eğitimi, bilgiyi, insan ruhunun yücelmesini, yazın, estetik gibi temel kavramları düşman belleyip her şeyi ilkel kimlik algısı üstünden okumaya başlamış.
"Ne de olsa gözünün önünde bir örnek vardı: Her şeyi ve herkesi anlamaya çalışan, dünyayı değiştirmeye kalkmadan önce kendisini değiştirmeye gayret eden, 'eğer bir kavga varsa kusur iki taraftadır' diyerek hayatı ılımlılık olarak anlayan, yani gerçek olamayacak kadar bilgeleşen işçi emeklisi babası."
"Türkiye'de önemli insanlar değersizdir, değerliler ise önemsiz." -Ernst Reuter-
...Türklerin ihtiraslarını bilmeyenler bu durma şaşırır belki ama bu ülkedeki hırslı çevrelerin cüret çıtasını ve ruhundaki ölçüsüzlüğü tanıyanlar, Türk'ün teroristinin bile, işe, papa vurarak başladığını bilirller. Ölçü sorunu vardır bu milletin. Bu ülkede görev yapan yabancı diplomatlar "Türklerin çiğnemeyeceği kadar büyük lokma ısırdığını" söylerler. Başbakanları dünyanın en büyük lideri, ekonomileri herkesi hayran bırakacak bir ekonomi, tarihleri kimselerde rastlanmayacak kadar ihtişamlı bir tarih, erkeklerin cinsel gücü bütün Batılı kadınları âşık edecek kadar muhteşem, dürüstlükleri ise göz yaşartıcı cinstendir. Bu son madde, bu kadar dürüst insanla dolup taşan ülkenin nasıl olup da dünya yolsuzluk liginde yüksek bir mevki elde ettiğini açıklamaya yetmez elbette. Çünkü kime sorulursa dürüsttür, namusludur; bu durmda ülkedeki yolsuzluğu Mars'tan gelen yeşil küçük adamlar yapıyordur herhalde.
Suat Haznedar, o yazısında köyden şehre göç dalgasının başlarındaki Şaban filmleriyle 2000' lerin Recep İvedik filmlerini karşılaştırıyordu.. Yeşilçam el yordamıyla, dönüşümü saptamıştı. Aptal gülüşlü, saf, kentlilerin alay ettiği, kentlilerin karşısında ezilip büzülen, hele onların kızlarına yan gözle bile bakmaya cesaret edemeyen İnek Şaban' dan; önüne gelene posta koyan, vurdu mu deviren, nispeten zenginleşmiş, küstah kentlileri ezen Recep İvedik' e dönüşmesinin öyküsüydü bu ve bir sürü sosyolojik araştırmadan daha sağlam bir gözlemdi. Suat Haznedar gazete yazısında şöyle yazıyordu:
Bu olayı sadece bir sinema başarısı olarak değil, toplumun yüzüne tutulan bir ayna olarak görmekte yarar var. Türk toplumu, Recep İvedik' te kendini seyrediyor. Özellikle büyük şehirlerde sokağa çıktığınızda karşılaştığınız on kişinin sekizi ona benziyor. Bu açıdan "toplumsal bir fenomenle karşı karşıyayız!" demek herhalde yanlış olmaz.
Eskiden Kemal Sunal filmleri çok tutulduğu için, insanın aklına ister istemez Şaban tiplemesi ile Recep İvedik tiplemesini karşılaştırmak geliyor. Şaban, büyük göçün başlangıcında köyden şehre yeni gelen, alçak gönüllü gecekondu mahallelerinde oturan, başını döndüren şehir karşısında köy safiyeti taşıyan, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir tipti. Şehrin katakullilerine aklı ermezdi.
Yüksek binalara bakarken şapkası düşerdi. Gördüklerine hayran olurdu. Karşısına çıkan kızın yüzüne bakarken ağzını toplayamazdı.
Şaban zamanla şehre alıştı. Oturduğu gecekondunun yerine kaçak bir bina dikti, altına da bir dükkan açtı. Akrabalarıyla birlikte siyasi bir partinin yandaşları arasına girdiği için himaye edildi. Artık kentlilere çekinerek bakmıyordu, eline para geçmişti.
Kentli kızları aşağılıyor, sokakta karşısına çıkanlara amaçsızca kötülük ediyor, ikide bir 'Haaayt ulan! ' diye bağırıyor, milli maçlardan sonra silah sıkıyordu. Yüzünden o insani gülümseme silinmiş, tam tersine gördüklerini aşağılayan, hakaret eden bir nefret yerleşmişti. Kentin yeni efendisiydi o ve eski efendileri aşağılama hakkına sahipti.
Böylece Şaban Recep' leşti. Ve Türk toplumu kendi yüzünü Şaban' da değil, bu yeni Recep' te görmeye başladı. Çünkü Şaban' lar hızla azalıyor, Recep' ler ise her geçen gün artıyordu. İstanbul' un 'kodamanlarını' önüne diziyor ve ' Adam olun laaan! ' diye bağırıyordu.
Bu dönüşümü siyasi bir gelişme sananlar fena halde yanılır. Mesele kültürün değişimidir.
Belki çoğu kişi için kötümser bir yazıydı ama günlük hayattaki sakin tavrının aksine yazılarında gayet keskin olan Suat Haznedar, her gün görüşlerinin doğrulandığını görüyordu."
Şehnaz , herkesin gözü önünde inlemeleri gittikçe hafifleyerek kan kaybından öldü, ancak ondan sonra adam kadını son bir kez öpüp tabancasını attı ve teslim oldu. Daha yürekli kocalar , kadını vurduktan sonra tabancayı kendi şakağına dayayıp intihar ediyordu. Besbelli Yusuf onlardan değildi. Şimdi bir sürü ceza indirimiyle hapse girecek, orada - ağır mahkum, leşi var diye- el pençe divan saygıyla karşılanacak, birkaç yıl yatıp çıktıktan sonra da muteber bir yurttaş olarak hayatına devam edecekti. Belkide daha önce 2 karısını öldürdüğünü hapis yattığını söyleyerek televizyondaki evlenme programına çıkıp yeniden evlenmek istediğini söyleyen yaşlı adam gibi davranacaktı. Adet böyleydi , onlara kader kurbanı deniyor, anlayış gösteriliyordu. Duvara kahrolsun hükumet yazdığı ya da okulda Deniz Gezmiş şiiri okuduğu için anti terör yasasına göre örgüt elemanı gibi gösterilip 30 yıla mahkum edilen gençler,öğrenciler gibi tehlikeli değildi toplum için. O gün ; Türkiye Cumhuriyeti'nde sadece 2014 yılındaki 294 kadın cinayetine bir tane daha eklenmişti.
"Sözcükler bize, asıl söylemek istediklerimizi gizlemek için verilmiştir." -Talleyrand-
Büyük romanları her kuşak yeniden filme çeker. Çünkü söz eskimez, görüntü eskir.
"Bir toplumun müziği bozuldu mu, o toplumun pek çok şeyi bozulmuş demektir." -Konfüçyüs-
Evliliğe giden yol harcamadan, evlilik ise karı kocanın baş başa verip tasarruf etmesinden geçer.
Hepsi futbol düşkünü, hepsi iddialı hepsi konuşkan , hepsi zengin ve hepsi kilolu ve hiçbiri kitap okumaz. Kimi bunu övünerek söyler; kimi de daha terbiyeli sayılabilecek bir tavırla, kitap okuduğunu belirtir ama hemen ekler: Öyle roman moman değil, ciddi kitaplar okurum ben.
Kitabın Tanıtımından:
2014 yılı Aralık ayının son günleri… Yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli’nin açılış günü ve erken bir yılbaşı kutlaması… İstanbul’un seçkin, kalburüstü simaları, Sultanahmet’teki eski Bizans sarayının kalıntıları üzerine yapılan otelde bir araya geliyor. Aralarında kimler yok ki? Politikacılar, belediye başkanları, Amerikan büyükelçisi, Fener Rum patriği, ünlü gazeteciler, gazete patronları, televizyon “yıldızlar”ı, eski ve yeni zenginler, büyük işadamları… İstanbul’un yüzlerce yıldır yeraltında yatan ölüleri de davete çağrılmadıkları halde arzı endam etmekte sakınca görmeyip bu cümbüşe dahil oluyorlar. Ve elbette, bir otelin olmazsa olmaz çalışanları, garsonları, komileri, güvenlik görevlileri… Velhasıl Konstantiniyye Oteli, aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir olarak çıkıyor karşımıza. Değişen, dönüşen, ama barındırdığı şiddet nedense aynı kalan bir şehir…
2014 yılı Aralık ayının son günleri… Yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli’nin açılış günü ve erken bir yılbaşı kutlaması… İstanbul’un seçkin, kalburüstü simaları, Sultanahmet’teki eski Bizans sarayının kalıntıları üzerine yapılan otelde bir araya geliyor. Aralarında kimler yok ki? Politikacılar, belediye başkanları, Amerikan büyükelçisi, Fener Rum patriği, ünlü gazeteciler, gazete patronları, televizyon “yıldızlar”ı, eski ve yeni zenginler, büyük işadamları… İstanbul’un yüzlerce yıldır yeraltında yatan ölüleri de davete çağrılmadıkları halde arzı endam etmekte sakınca görmeyip bu cümbüşe dahil oluyorlar. Ve elbette, bir otelin olmazsa olmaz çalışanları, garsonları, komileri, güvenlik görevlileri… Velhasıl Konstantiniyye Oteli, aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir olarak çıkıyor karşımıza. Değişen, dönüşen, ama barındırdığı şiddet nedense aynı kalan bir şehir…
Zülfü Livaneli Hakkında:
Gerçek adı Ömer Zülfü Livaneli’dir. 20 Haziran 1946 yılında Konya-Ilgın’da doğan Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri John Baez, Maria Farandouri gibi sanatçılar tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300’e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.
Bugüne kadar üç uzun metrajlı film yönetti; "Yer Demir Gök Bakır", "Sis" ve "Şahmeran". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "Altın Antigone" ödülüne layık görüldü. "Sis", "En iyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre, ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi bir çok televizyon şirketine satıldı.
Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk - Kul Forumu'nda yer aldı.
Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.
1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, orjinali ilk kez 1978’de çıkan "Nazım Türküsü"adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.
"Arafta Bir Çocuk", "Mutluluk" ve "Serenad" gibi kitaplarının yazarı olan Livaneli, halen Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığına devam etmektedir.
Kaynak: http://www.kimkimdir.gen.tr
Zülfü Livaneli Kitapları:
Arafatta Bir Çocuk (1978)
Geçmişten Geleceğe Türküler (1981)
Sis (1990)
Orta Zekalılar Cenneti (1991)
Diktator ile Palyaço (1992)
Sosyalizm Öldü mü? (1994)
Livaneli Besteleri (1998)
Engereğin Gözündeki Kamaşma (1996) (1997 Balkan Edebiyat Ödülü)
Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm (2001) (2001 Yunus Nadi Roman Ödülü)
Mutluluk (2002) (2006 Barnes&Noble Büyük Roman Ödülü)
Gorbaçov'la Devrim Üstüne Konuşmalar (2003)
Leyla'nın Evi (2006)
Sevdalım Hayat (2007)
Son Ada (2008) (Orhan Kemal Roman Armağanı)
Serenad (2011)
Harem (2012)
Edebiyat Mutluluktur (2012)
Livaneli'yi çok severim ama bir türlü kitaplarını okumak fırsat olmadı. Bugün gittiğim fuarda da elim bu kitaba gitmişti ama öncesinde o kadar çok kitap almıştım ki neyse buradan taşımayayım hemen okuyamayacağım nasıl olsa diye bıraktım. Keşke alsaymışım
YanıtlaSilHiç Livaneli kitabı okumadınız mı? Bir an önce okumanızı, Livaneli'nin kalemiyle tanışmanızı dilerim.
SilŞimdilerde yeni bir alışkanlık edindim , not alıyorum okumam gereken kitapları - izlemeyi istediğim filmleri vs ve hemen not aldım zira çok severim Zülfü Livaneli'nin yazım tarzını ..
YanıtlaSilLivaneli'nin tarzını seviyorsanız, bu kitabını da mutlaka seversiniz.
Sil