31 Aralık 2015 Perşembe

Okuduklarım ve En Beğendiklerim 2015 (AFD)


  2015 okuma hedefimi 52 kitap olarak belirlemiştim. İlk aylarda bu hedefimi geçeceğimi düşünüyordum. Maalesef iki ay elime neredeyse hiç kitap alamadığımdan 2015 bilançosu 50 kitapla sınırlı kaldı. 

  İnşallah 2016 her yönüyle daha güzel bir yıl olur. Herkese mutlu yıllar dileriz.
  1. Genç Werther'in Acıları - Johann Wolfgang Von Goethe
  2. İkinci Mesih - Glenn Meade
  3. Ben Bir Ağacım - Orhan Pamuk
  4. Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk
  5. Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir
  6. Kırık Kanatlar - Halil Cibran
  7. Biz - Yevgeni Zamyatin
  8. Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
  9. Ruh Adam - Hüseyin Nihal Atsız
  10. Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez
  11. Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş
  12. Yeniden Başlangıç Meridyeni - Esra Tanrıbilir
  13. Karamazov Kardeşler - Fyodor Mihailoviç Dostoyevski
  14. Doğu Öyküleri - Ferit Edgü
  15. Bülbülün Kırk Şarkısı - İskender Pala
  16. Ölümden Beter Yaşamlar - İlker Aksoy
  17. Son Tanık - Glenn Meade
  18. Amerikan Rüyası - Norman Mailer
  19. Olur Böyle Boktan Şeyler - Rick Springfield
  20. Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı - Kadir Aydemir
  21. Daniel'in Kitabı - E.L.Doctorow
  22. Açlık - Knut Hamsun
  23. Demir Ökçe - Jack London
  24. Aşksız Gölgeler - Kadir Aydemir
  25. Tom Sawyer - Mark Twain
  26. Huckleberry Finn'in Maceraları - Mark Twain
  27. Güneş Ülkesi - Tommaso Campanella
  28. Madde 22 - Joseph Heller
  29. Körleşme - Elias Canetti
  30. Hayatta Kalma Güncesi - Doris Lessing
  31. Gün Ortasında Arzu - Behçet Çelik
  32. Momo - Michael Ende
  33. Bozcaada Öyküleri - Kadir Aydemir
  34. Kalbimde Bir Yara Bozcaada - Tolga Aydoğan
  35. Muhteşem Gatsby - F.Scott Fitzgerald
  36. Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli
  37. Çizgili Pijamalı Çocuk - John Boyne
  38. İvan İlyiç'in Ölümü - Leo Nikolayeviç Tolstoy
  39. Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee
  40. Mücella - Nazan Bekiroğlu
  41. Franny ve Zooey - Jerome David Salinger
  42. Çiğdem Külahı - Ahmet Büke
  43. Gizliajans - Alper Canıgüz
  44. Romanov Komplosu - Glenn Meade
  45. Küçük Kara Balık - Samed Bahrengi
  46. Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit
  47. Garanti Karantina - Murat Menteş
  48. Zorba - Nikos Kazancakis
  49. Bu Ülke - Cemil Meriç
  50. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi - Barış Bıçakçı
En beğendiğim kitaplar;
Klasiklerden; Genç Werther'in AcılarıKaramazov Kardeşlerİvan İlyiç'in Ölümü ve Açlık 
Harper Lee'den Bülbülü Öldürmek ve 55 yıl sonra gelen sürprizi Tespih Ağacının Gölgesinde
Her yaşta okunması gereken; Küçük Kara Balık, Çizgili Pijamalı Çocuk ve Momo
En sevdiğim tür olan distopyanın Jack London'un kaleminden çıkan örneği; Demir Ökçe
Joseph Heller'in efsane kitabı; Madde 22 
Bana Marquez'i tekrardan sevdiren kitap; Kırmızı Pazartesi
İskender Pala'dan En Sevgiliyi bir bülbülün gözünden anlatan; Bülbülün Kırk Şarkısı
Türk tarihini en güzel anlatan yazarlardan biri olan Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sı
"Ne yazarsa okurum" dediğim iki isim, Zülfü Livaneli ve Ahmet Ümit'in çok beğendiğim son kitapları; Konstantiniyye Oteli, Elveda Güzel Vatanım 
Ve yine "Ne yazsa okurum"un İrlanda temsilcisi Glenn Meade'den efsane bir kitap; Romanov Komplosu

28 Aralık 2015 Pazartesi

Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit


ELVEDA GÜZEL VATANIM
AHMET ÜMİT
Everest Yayınları
Aralık 2015, 1. Baskı
558 Sayfa


AFD:
  Yorumlarımı okuyanlar bilir, Ahmet Ümit kitaplarını çok severim. Çünkü, Ahmet Ümit'in kitaplarını yazarken büyük bir emek harcadığını biliyorum, sadece kurgusal bir cinayet romanıyla yetinmez Ahmet Ümit, o cinayeti çözmeye çalışırken bize alt metinde tarihimizi anlatır, günümüz olaylarına bakış açısıyla da romanına renk katar.

  Ahmet Ümit kitaplarından ilk olarak Sis ve Gece'yi okumuştum. Sis ve Gece'den sonra elime hangi romanı geçerse okumaya başladım. Son yazdıklarını ise gözüm kapalı aldım, zira Patasana, Beyoğlu Rapsodisi ve Kavim gibi çok beğenerek okuduğum romanlardan sonra Ahmet Ümit benim için ne yazsa okurum yazarları arasına girdi.

 Ahmet Ümit kitaplarında genellikle; çözülmesi zor bir cinayet, karakterler arasında yaşanan güzel bir aşk hikayesi ve Ahmet Ümit'in bize asıl aktarmak istediği, tarihimiz olur. Cinayet ve aşk, kitabın sürükleyiciliği için gereklidir. Fakat "Elveda Güzel Vatanım"da çözülmesi gereken herhangi bir cinayet olmamasına ve bana göre Ester ve Şehsuvar Sami'nin aşk hikayesi de çok etkileyici olmamasına rağmen kitap sürükleyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Çünkü "Elveda Güzel Vatanım" tarihimizin en önemli dönemlerinden biri olan Cumhuriyet öncesi Osmanlı'da, İtthihat ve Terraki fedaisi Şehsuvar Sami'nin yaşadıklarını anlatıyor. Bu yaşanılanlar da bana yeteri kadar heyecan verici geldi.

  "Elveda Güzel Vatanım"ın çıkacağını duyduğum andan itibaren kitapla ilgili neredeyse tüm bilgilere kulağımı kapadım. Ahmet Ümit'in çok güzel bir eser ortaya çıkaracağına inanıyordum. Bu inançla, kitabın içeriği hakkında gereğinden fazla bilgi alıp kitabın vereceği keyfi azaltmak istemedim. Kitap hakkında tek bildiğim, İtiihat ve Terraki dönemini anlatmış olmasıydı. Bu bilgi kitabı sabırsızlıkla beklemem için artı bir sebep oldu. Çünkü tarihimizi roman şeklinde okumayı seviyorum  ve İttihat ve Terraki dönemi okullarımızda sadece bir iki cümleyle geçilen bir dönem, okulda öğrendikleriyle "Bu dönemi iyi biliyorum" diyebilecek bir kişi çıkabileceğini sanmıyorum. Kitabın sayfaları arasında ilerledikçe 31 Mart Olayı, Bab-ı Ali Baskını gibi önemli olaylar hakkında sadece üstün körü bilgilerim olduğunu fark ettim. Tarih kitapları, araştırmaları da okumama rağmen benim için bir romandan öğrendiğim bilgiler, tarih kitabından öğrendiğim bilgilerden daha kalıcı oluyor. Belki de bu yüzden Ahmet Ümit'in romanlarını bu kadar çok seviyorum.

   "Elveda Güzel Vatanım" kesinlikle önereceğim kitaplar arasındadır. Fakat bir polisiye, bir cinayet romanı okuyayım diyerek "Elveda Güzel Vatanım"ı elinize alıyorsanız sıkılabilirsiniz. Tarihi bir roman okumak isteyenler için ise doğru bir tercih olacaktır. İyi okumalar dilerim.

"Elveda Güzel Vatanım" Tanıtım Filmi


Altı Çizilesi
  Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır...

   Kazanmaktan çok haklı olmak, güçlünün değil, kaybedenin yanında, mazlumla birlikte olmak. 

  Bu topraklarda bir felaket var Şehsuvar. Sanki suyla değil, kanla beslemişiz tarlaları, sanki güneş değil, vahşi bir ışıkmış günümüzü aydınlatan, bizi emziren annelerimiz memelerinden süt değil, öfke akmış... Öyle acımasız, öyle sert, öyle merhametsiz... Başka türlü neden bulamıyorum bu katliamlara, bu vicdansızlıklara, bu gaddarlığa... O millet, bu millet de değil benim derdim. hepimiz Osmanlı'ydık işte, al birimizi vur ötekine.... Ama adım gibi eminim, bu topraklarda bir kötülük var, her geçen gün biraz daha büyüyen, mani olunamaz bir kötülük...

  Ne para ne kadın, bence ahlakın baş düşmanı iktidar. Ahlaktan yoksun iktidar makamı, ya hırsız yapar insanı ya da soysuz. ne yazık ki insanoğlu iktidar denilen o büyük kudretle başa çıkmayı henüz başaramadı, bundan sonra başaracağı da kuşkuludur.

  Hep öyle yapmaz mıyız zaten? Anne baba söz konusuysa, onları hiç önemsemeyiz. çünkü fedakarlıklarını ve sevgilerini hep yanımızda bulacağımızı biliriz. Ancak kaybettiğimizde anlarız kıymetlerini.

  En mühim mücadele, fikirle yapılandır, şiddet eninde sonunda uygulayana dönen bir bumerangdır.

  Herkesin aynı yalana inanıyor olması, onu hakikat yapmaz.

18 Aralık 2015 Cuma

Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli

KONSTANTİNİYYE OTELİ
ZÜLFÜ LİVANELİ
Doğan Kitap
Mayıs 2015, 78. Baskı
Orijinal İlk Baskı: Mayıs 2015
476 Sayfa

AFD:
   İlk çıktığı günden beri okumak istediğim bir kitap "Konstantiniyye Oteli". Zülfü Livaneli'nden bugüne kadar Engereğin Gözündeki Kamaşma, Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm, Mutluluk, Leyla'nın Evi ve Son Ada'yı okudum ve hepsini çok beğendim. Bir kendini bilmez, Serenad'ın sonunu söyledi diye çok istememe rağmen onu okuyamıyorum. Sonunu unutmayı bekliyorum :)

  "Konstantiniyye Oteli"nin tanıtım yazısında "Cümbüş" kelimesi kullanılmış, belki de kitabın tek kelimelik özeti bu: "Cümbüş".
  İstanbul'un en gözde yerlerinden birine çok lüks bir otel açılıyor. Ülkenin en önemli yüzleri bu açılışa davetli, davetliler arasında büyük bir kibir yarışı, kim kimden daha değerli? Ve bu davetin emekçileri de orada tabii ki; otel çalışanları. Hatta otelin altında bulunan ölüler; yüz yıllık, bin yıllık ölüler de bu cümbüşe dahil. Tüm bu topluluğun yaşadıkları, hissettikleri, söylemek istedikleri, varolma sebepleri, umutları, düş kırıklıkları... Kısacası farklı insanlar, farklı yaşamlar üzerinden hayatın ve Türkiye'nin eleştirisi.

  Bir ana karakterin üzerinden gelişen, yan karakterlerle zenginleşen bir roman değil elimizdeki. Her bölümde farklı bir karakter gelip başrole yerleşiyor. Aslında bir ana karakter var: "Zehra" fakat "Zehra" sanki sadece kitabın roman havasını korumak için yaratılmış bir karakter gibi. Öykü kitaplarında kullanılan "Çerçeve Öykü" tekniğindeki, tüm öyküleri birleştiren o öykü gibi Zehra'nın anlatıldığı bölümler.

 "Konstantiniyye Oteli"ni okurken sürekli Sunay Akın kitapları geldi aklıma. Sunay Akın kitaplarında olan ve genelde çoğumuzun gözünden kaçan o küçük detaylar, o detayların öyküleştirilerek okuyucuya aktarılması gibiydi "Konstantiniyye Oteli"nin bölümleri. Her bölümde hayata, insanlığa ya da İstanbul'a dair farklı bir detay yakalanmış ve okura aktarılmış.

 "Konstantiniyye Oteli"yle bir kez daha Zülfü Livaneli'nin gözlemlerine, eleştirel bakışına, edebiyatına hayran oldum. Bana göre başucu kitabı olabilecek nitelikte bir kitap. Altını çizdiğim bölümleri okursanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu kitaptan sonra tek diyebileceğim; "Zülfü Livaneli ne yazsa okurum." olacaktır. Siz de okuyun Livaneli'yi ve okutun. Bu bakış açısına kesinlikle ihtiyacımız var.



Altı Çizilesi:
  Türk basını çoktan beri düz yazıyla şiiri bileştirmiş, her cümleyi ayrı bir paragraf olarak yazıyor, böylece okur da beyazlığı, boşluğu çok olan kısa cümleleri okuyabiliyor. Noktalı virgüllerle falan bölünen, yön değiştirerek, etken-edilgen konumlara geçen paragraflar ise tedavülden kalkan bir para gibi olmuş. Zaten postmodern dünya; modernitenin feci yanlışlarına karşı koyacağım derken başka bir aşırılığa yuvarlanmış; eğitimi, bilgiyi, insan ruhunun yücelmesini, yazın, estetik gibi temel kavramları düşman belleyip her şeyi ilkel kimlik algısı üstünden okumaya başlamış.

 "Ne de olsa gözünün önünde bir örnek vardı: Her şeyi ve herkesi anlamaya çalışan, dünyayı değiştirmeye kalkmadan önce kendisini değiştirmeye gayret eden, 'eğer bir kavga varsa kusur iki taraftadır' diyerek hayatı ılımlılık olarak anlayan, yani gerçek olamayacak kadar bilgeleşen işçi emeklisi babası."

  "Türkiye'de önemli insanlar değersizdir, değerliler ise önemsiz." -Ernst Reuter-

..."Hadi şu çocuk kaçırma vakasını anlat" diyor, "çok ilginç o." Bu söz üzerine masadaki genç kadınların başları hemen ona doğru dönüyor, çünkü hepsinin oğlansa prens, kızsa prenses sandıkları nasıl olup da böyle bir mucizeyi doğurdukları konusunda hayretten hayrete düştükleri, ufaklıkların her normal sözünü, her davranışını Hazreti İsa’nın mucizesiyle karşılamış müminler gibi gözleri kamaşarak izledikleri küçük çocukları var. Fazla sayıda doktorla, psikologla, şoförle, aşçıyla, piyano, bale, tenis hocalarıyla şaşkına çevirdikleri çocuklarını Amerika’da doğurup gelmişler. Böylece çocuklar Amerikan vatandaşlığı kazanmış ve yarın öbür gün Amerika’ya başkan olmaları yolunda hiçbir engel kalmamış...

...Türklerin ihtiraslarını bilmeyenler bu durma şaşırır belki ama bu ülkedeki hırslı çevrelerin cüret çıtasını ve ruhundaki ölçüsüzlüğü tanıyanlar, Türk'ün teroristinin bile, işe, papa vurarak başladığını bilirller. Ölçü sorunu vardır bu milletin. Bu ülkede görev yapan yabancı diplomatlar "Türklerin çiğnemeyeceği kadar büyük lokma ısırdığını" söylerler. Başbakanları dünyanın en büyük lideri, ekonomileri herkesi hayran bırakacak bir ekonomi, tarihleri kimselerde rastlanmayacak kadar ihtişamlı bir tarih, erkeklerin cinsel gücü bütün Batılı kadınları âşık edecek kadar muhteşem, dürüstlükleri ise göz yaşartıcı cinstendir. Bu son madde, bu kadar dürüst insanla dolup taşan ülkenin nasıl olup da dünya yolsuzluk liginde yüksek bir mevki elde ettiğini açıklamaya yetmez elbette. Çünkü kime sorulursa dürüsttür, namusludur; bu durmda ülkedeki yolsuzluğu Mars'tan gelen yeşil küçük adamlar yapıyordur herhalde.

  Suat Haznedar, o yazısında köyden şehre göç dalgasının başlarındaki Şaban filmleriyle 2000' lerin Recep İvedik filmlerini karşılaştırıyordu.. Yeşilçam el yordamıyla, dönüşümü saptamıştı. Aptal gülüşlü, saf, kentlilerin alay ettiği, kentlilerin karşısında ezilip büzülen, hele onların kızlarına yan gözle bile bakmaya cesaret edemeyen İnek Şaban' dan; önüne gelene posta koyan, vurdu mu deviren, nispeten zenginleşmiş, küstah kentlileri ezen Recep İvedik' e dönüşmesinin öyküsüydü bu ve bir sürü sosyolojik araştırmadan daha sağlam bir gözlemdi. Suat Haznedar gazete yazısında şöyle yazıyordu:
  Bu olayı sadece  bir sinema başarısı olarak değil, toplumun yüzüne tutulan bir ayna olarak görmekte yarar var. Türk toplumu, Recep İvedik' te kendini seyrediyor. Özellikle büyük şehirlerde sokağa çıktığınızda karşılaştığınız on kişinin sekizi ona benziyor. Bu açıdan "toplumsal bir fenomenle karşı karşıyayız!" demek herhalde yanlış olmaz.
  Eskiden Kemal Sunal filmleri çok tutulduğu için, insanın aklına ister istemez Şaban tiplemesi ile Recep İvedik tiplemesini karşılaştırmak geliyor. Şaban, büyük göçün başlangıcında köyden şehre yeni gelen, alçak gönüllü gecekondu mahallelerinde oturan, başını döndüren şehir karşısında köy safiyeti taşıyan, etrafa şaşkın şaşkın bakan bir tipti. Şehrin katakullilerine aklı ermezdi.
  Yüksek binalara bakarken şapkası düşerdi. Gördüklerine hayran olurdu. Karşısına çıkan kızın yüzüne bakarken ağzını toplayamazdı.
  Şaban zamanla şehre alıştı. Oturduğu gecekondunun yerine kaçak bir bina dikti, altına da bir dükkan açtı. Akrabalarıyla birlikte siyasi bir partinin yandaşları arasına girdiği için himaye edildi. Artık kentlilere çekinerek bakmıyordu, eline para geçmişti.
  Kentli kızları aşağılıyor, sokakta karşısına çıkanlara amaçsızca kötülük ediyor, ikide bir 'Haaayt ulan! ' diye bağırıyor, milli maçlardan sonra silah sıkıyordu. Yüzünden o insani gülümseme silinmiş, tam tersine gördüklerini aşağılayan, hakaret eden bir nefret yerleşmişti. Kentin yeni efendisiydi o ve eski efendileri aşağılama hakkına sahipti.
  Böylece Şaban Recep' leşti. Ve Türk toplumu kendi yüzünü Şaban' da değil, bu yeni Recep' te görmeye başladı. Çünkü Şaban' lar hızla azalıyor, Recep' ler ise her geçen gün artıyordu. İstanbul' un 'kodamanlarını' önüne diziyor ve ' Adam olun laaan! ' diye bağırıyordu.
  Bu dönüşümü siyasi bir gelişme sananlar fena halde yanılır. Mesele kültürün değişimidir.
  Belki çoğu kişi için kötümser bir yazıydı ama günlük hayattaki sakin tavrının aksine yazılarında gayet keskin olan Suat Haznedar, her gün görüşlerinin doğrulandığını görüyordu." 

  Şehnaz , herkesin gözü önünde inlemeleri gittikçe hafifleyerek kan kaybından öldü, ancak ondan sonra adam kadını son bir kez öpüp tabancasını attı ve teslim oldu. Daha yürekli kocalar , kadını vurduktan sonra tabancayı kendi şakağına dayayıp intihar ediyordu. Besbelli Yusuf onlardan değildi. Şimdi bir sürü ceza indirimiyle hapse girecek, orada - ağır mahkum, leşi var diye- el pençe divan saygıyla karşılanacak, birkaç yıl yatıp çıktıktan sonra da muteber bir yurttaş olarak hayatına devam edecekti. Belkide daha önce 2 karısını öldürdüğünü hapis yattığını söyleyerek televizyondaki evlenme programına çıkıp yeniden evlenmek istediğini söyleyen yaşlı adam gibi davranacaktı. Adet böyleydi , onlara kader kurbanı deniyor, anlayış gösteriliyordu. Duvara kahrolsun hükumet yazdığı ya da okulda Deniz Gezmiş şiiri okuduğu için anti terör yasasına göre örgüt elemanı gibi gösterilip 30 yıla mahkum edilen gençler,öğrenciler gibi tehlikeli değildi toplum için. O gün ; Türkiye Cumhuriyeti'nde sadece 2014 yılındaki 294 kadın cinayetine bir tane daha eklenmişti.

  "Sözcükler bize, asıl söylemek istediklerimizi gizlemek için verilmiştir." -Talleyrand-

  Büyük romanları her kuşak yeniden filme çeker. Çünkü söz eskimez, görüntü eskir.

  "Bir toplumun müziği bozuldu mu, o toplumun pek çok şeyi bozulmuş demektir." -Konfüçyüs-

  Evliliğe giden yol harcamadan, evlilik ise karı kocanın baş başa verip tasarruf etmesinden geçer.

  Hepsi futbol düşkünü, hepsi iddialı hepsi konuşkan , hepsi zengin ve hepsi kilolu ve hiçbiri kitap okumaz.  Kimi bunu övünerek söyler; kimi de daha terbiyeli sayılabilecek bir tavırla, kitap okuduğunu belirtir ama hemen ekler: Öyle roman moman değil, ciddi kitaplar okurum ben.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Mücellâ - Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları
Kasım 2015, 1. Baskı
340 Sayfa

AFD:
   Mücellâ'nın yaşamı gibi sıradan bir hayat hikâyesi, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

  Mücellâ, ülkemizde geçmiş yıllarda kadına biçilen rolün tipik bir örneği; dört duvar arasında yaşayan, büyüklerinin sözünden çıkmayan, bir kadın için dışarının çok tehlikeli olduğu bilincine eriştirilen, tipik bir Türk kadını. O dönemlerde Mücellâ gibi yaşayan kadınların sayısı daha özgür yaşayabilenler diye tanımlayabileceklerimizden çok daha fazlaydı. "Bir kadın için dışarının çok tehlikeli olduğu" cümlesini, ne kadar geçmiş yıllar için kullansam da. günümüz için de bu söz maalesef hâla geçerliliğini koruyor . Ülkemizde minibüse binmenin bile vahşetle sonuçlandığını düşünürsek. :(

  Mücellâ'nın hayat hikâyesi için sıradan, tipik bir örnek dedim. Peki "Mücellâ" sıradan bir kitap mı? Kesinlikle değil. Mücellâ dört duvar arasında yaşayan bir kadın olmasına rağmen, yaşadıkları bu duvarlarla sınırlı değil. Aslında yaşamına giren herkesin hikâyesi, bir nevi Mücellâ'nın hikayesi. Yaşamak istediği hayat, aşklar, duygular, ya da düşünmeye bile cesaret edemeyeceği çılgınlıklar... Mücellâ hepsini kendi hikâyesi gibi yaşamıştı. Onlarla sevindi, onlarla üzüldü ve bu duyguları Nazan Bekiroğlu o muhteşem cümleleriyle bize o kadar güzel anlattı ki, bitmemesini istediğimiz bu güzel hikaye, maalesef tadı damağımızda kalarak bir çırpıda bitti.

  Mücellâ'yı, Mücellâ gibi olanları, hayatının dönüm noktasında cesaretle adım atmaktan çok ailesini, sevdiklerini, geride kalacakları düşünerek o adımı, tüm isteğine rağmen atmama (kesinlikle atamama değil) cesaretini gösterenleri anlatan en güzel cümle, tabii ki kitabın içinden, Nazan Bekiroğlu'nun kaleminden:
  "Hep aynı gözlerle bakardı hayata: Kazalı belâlı yolları kazasız belâsız atlatmayı, eylemekten çok eylememeyi başaranların çorak bakışı. Yaşanmamıştan çıkarılan gururun acı tacı."




Altı Çizilesi:
  Yangından geriye ne hasar kaldığını ancak dumanlar dağılınca anlayacaktı. Yara sıcakken duymamıştı acıyı. Gerçek acı zamanla başlayacaktı.

  Şimdi ey bezirgân, suçu suçluya ödetmeli masuma değil. Bu yüzden ben bir isimden ibaret kalsam bile, ölsem bile, kalsam bile, bir isim bile kalmasa benden geriye. Sen o ismi unutma. Unutmak affetmektendir. Aşkın olduğu yerde açılmaz affın kapıları. Oysa kalbim tanık sen beni affettin.
Ama sen yine de affetme beni ne olursun.
Ne olur bana karşı da bir kırgınlığın olsun.

  Ama sen beni anlama. Bu sayfaları neden yazdığımı şimdi bu mektubun sonuna yaklaştıkça anlıyorum ben de. Suç varsa karşılığında ya adalet ya merhamet olmalı. Sen adaletle hükmet Suna. Suçla beni. Kına. Yargıla. Ayıpla. Ko, azapta kalayım. Ama anlama. Anlamanın sonu merhamet, onun da sonu affetmektir çünkü. Affetme beni.

  Sevda dediğin ne ki? Tarifsiz bir tanışıklık duygusu. Sebepsiz bir gülümseme arzusu. Rüzgâr esti. Mantonun düğmelerini iliklerken sen de bana gülümsedin. Sen bana gülümsediysen bu sana değil bana bir şey katmış demekti.Acaba? Bu ümit bile yetti.

  İyi de affa değer olanı zaten herkes affeder. Asıl af, affa layık olmayanı da affetmek değil mi? Tıpkı vicdan gibi. Onu kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu anda koruyabildiğimiz şey değil miydi vicdan?

4 Aralık 2015 Cuma

Tespih Ağacının Gölgesinde - Harper Lee

TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE
Özgün Adı: Go Set A Watchman 
HARPER LEE
Çevirmen: Püren ÖZGÖREN
Sel Yayınları
Kasım 2015, 1. Baskı
(Orijinal İlk Basım 2015)
239 Sayfa


AFD:
  "Bülbülü Öldürmek"i bu sene içinde okumuştum. Tabii ki hemen hemen her okuyana bıraktığı etkiyi bende de bırakmış; en beğendiğim ve her okura tavsiye ettiğim kitaplardan bir olmuştu. "Bülbülü Öldürmek" beni bu kadar etkilemişken, devam kitabının çıkacağı söylentisi yayıldı. Bu söylentiyi duyduğum anda karışık duygular yaşadım. Seviniyordum çünkü; bugüne kadar beni en çok etkileyen karakter olan Atticus Finch'in hikayesi devam edecekti. Üzülüyordum; 55 yıl sonra böyle bir kitap yayınlanmasında "Bülbülü Öldürmek bu kadar tuttu bir devam kitabı yazarsak milyonlarca satarız." anlayışının etkili olabileceğini düşünmüştüm. Bu anlayışla yazılan kitaplardan ne kadar iyi olursa olsun bana samimi gelmiyor.  Neyse ki işin aslı benim düşündüğüm şekilde değilmiş.

  Harper Lee "Bülbülü Öldürmek"i yayınevine gönderdiğinde "Tespih Ağacının Gölgesinde"nin (Go Set A Watchman) orijinal metni de onunla birlikteymiş. O dönem yayıncısı "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi basmayı uygun görmemiş. Harper Lee kitabın ortaya çıkma ve basılma süreci hakkında şöyle bir açıklama yapmış;
 “Kitabın özgün kopyasının bugüne dek gelebildiğinin farkında değildim. Sevgili arkadaşım ve avukat Tonja Carter bunu bulunca çok şaşırdım ve memnun oldum. Epeyce düşündükten sonra güvendiğim birkaç kişiye okuttum ve onların kitabın basılmaya değer olduğunu belirtmeleri beni çok sevindirdi. Onca yıl sonra şimdi yayımlanacak olması benim için hem şaşırtıcı hem de onur verici”.

  Kitabımızın içeriğine geçelim artık. Olaylar yine Jean Louise "Scout" Finch'in gözünden anlatılıyor. Fakat namı değer Scout artık büyümüş, 26 yaşında kendi ayakları üstünde duran ve Newyork'ta tek başına yaşayan bir genç kadın olarak karşımızda. Hikaye Jean Louise'in ziyaret amacıyla evine, Maycomb'a dönmesiyle başlıyor. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen Maycomb'ta tensel ayrımcılık devam etmektedir. Fakat Jean Louise "Scout" Atticus'dan gördüğü, öğrendiği doğruları hala içinde yaşatmaktadır. Onun için bu tür ayrımcılıklar yoktur, zaten yaşadığı New York'ta da bunlar artık aşılmıştır. Fakat Maycomb farklıdır ve Jean Louise'in Maycomb'ta bıraktığı insanlardan bazıları ise anlayamayacağı biçimde farklılaşmıştır. Halası Alexandra'nın düşüncesine alışıktır, o zaten her zaman ayrımcılıktan yana bir tavır sergilemektedir. Peki o? O nasıl böyle düşünmeye başlamıştır? Nasıl böyle düşünebilir? Jean Louise için bu ev ziyareti beklenmedik bir yöne doğru gitmeye başlamıştır. Bu ziyaretinde öğrendikleriyle başa çıkabilecek midir? Peki O'nunla yüzleşebilecek midir?

   Tespih Ağacının Gölgesinde'de konumuz Bülbülü Öldürmek ile aynı; tensel, ırksal ayrımcılık. Bülbülü Öldürmek'de siyahiler, kaderlerine razı olmuş şekilde, beyazların onlar için çizdiği sınırları aşmayacak bir şekilde yaşamaktadır. Tespih Ağacının Gölgesinde'de ise aradan 20 yıl geçmiştir. Siyahlar artık daha bilinçlidir ve beyazların çizdiği sınırların adil olmadığının farkındadırlar. Sesleri gür çıkmaktadır.

   Tespih Ağacının Gölgesinde'yi okurken zorlandığım zamanlar oldu; Amerikan tarihini pek bilmeyen benim gibi bir okur için bazı bölümlerde anlatılanlar kopukluk yaşamama sebep oldu. Fakat zorlanmamın asıl sebebi sanırım çeviri ile ilgili olan problemlerdi. Çevirmenin kelime seçimleri ve cümlelerinde sanırım hatalar vardı. Sanırım diyorum çünkü, kitabı orijinal dilinde okuyamayacağım için asla emin olamayacağım. Daha önce Püren Özgören çevirisiyle Doris Lessing'in Hayatta Kalma Güncesi'ni okumuş, böyle bir sorunla karşılaşmamıştım. Acaba "55 sene bekleyen okurları bir de biz bekletmeyelim." diyerek basılmadan önce güzelce bir gözden geçirme yapılmadı mı? Kitapta bazı yazım yanlışlarının da bulunması bu teori mi güçlendiriyor gibi. :)

    Sözün özü; ilk olarak Bülbülü Öldürmek'i okumakla birlikte Tespih Ağacının Gölgesinde de kesinlikle öneririm. Okuyalım ve okutalım...


Altı Çizilesi:
  “Her insanın adası, Jean Louise, her insanın bekçisi vicdanıdır. Kolektif bilinç diye bir şey yoktur.”

  “Geriye bakıp, düne, on yıl önceye bakıp o günkü halimizi görmek her zaman daha kolaydır. Zor olan, şu anki bizi görmektir. Bu beceriyi edinebilirsen, yuvarlanıp gidersin.”


2 Aralık 2015 Çarşamba

Kasım 2015 Çok Satan Kitaplar Listesi

   20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Kasım ayı listemizin başında Ayşe Kulin'in son kitabı Tutsak Güneş var.


TUTSAK GÜNEŞ
   “Güneşimizle aramızda kara kedi gibi duran o Gökcisim, bir gün çekip gidecekti elbette. Belki çok yakındı çözüm. Kapıdaydı. O an gelene kadar bize düşen, sanki güneş gökte parlıyormuşçasına yaşamayı sürdürmekti. Hayata tutunmaktı.” Yakın gelecekte, yeryüzünde bir ülke… Tiran ölmüş ve oğlu başa geçmiştir. Ülke, din ulemaları ve polisler ordusundan oluşan bir demir yumrukla yönetilmektedir. Katı yasalarla sınıflara ayrılan halksa, yoğun denetim ve gözetim altında yaşamaktadır. Güneşse, kimselerin nasıl, neden olduğunu hatırlamadığı bir dönemden bu yana, “Gökcisim” denilen dev bir kütlenin ardındadır. Her yer buz tutmuş, yaşam sevinci tüm canlılardan el ayak çekmiştir. Gelgelelim yıpratıcı uykusuzluğuna çare arayan bilim kadını Yuna, geçmişine, kaderine ve en önemlisi de, bir kadın olarak tutkularına sahip çıkarak, beklenmedik bir şekilde gerçekleri sorgulamaya başlar. Topluma dayatılan kuralların, değişmez varsayılan yasaların, sonu gelmez sansürün mutlak olmadığını fark eden Yuna, sorumluluğunu üstlenip, deyim yerindeyse, güneşe açılan kapıyı aralamayı göze alacaktır. Geçmişle hesaplaşmalar, düzenle çatışan tutkular ve insanı dönüştüren aşklar… Ayşe Kulin, okurlarını sarsıcı bir gelecek hayal etmeye davet ettiği Tutsak Güneş’te, genç bir kadının unutulmaz uyanış hikâyesini anlatıyor.






1. Tutsak Güneş - Ayşe Kulin - Everest Yayınları
2. Kadın - Yılmaz Özdil - Kırmızı Kedi Yayınevi
3. Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery
4. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları
5. Eyvallah -  Hikmet Anıl Öztekin - Yakamoz Kitap

1 Aralık 2015 Salı

Broadway'in Yeşil Devi sömestirde İstanbul'da! Shrek The Musical Zorlu PSM’de!

Kalbi de en az kendisi kadar dev olan Shrek'in beyaz perdeden Broadway'e taşınan öyküsü, Zorlu Performans Sanatları Merkezi'ne taşınıyor.
Shrek'le tanışmamıza vesile olan şimdilik toplam dört filmin animasyon dünyasındaki yeri ve önemini tartışmaya gerek bile yok. DreamWorks tarafından William Steig'in 1990 tarihli, Shrek! isimli kitabından uyarlanan serinin ilk ayağı, animasyon filmlerinin hasılat rekorlarına yeni bir çıta koydu. Aynı zamanda endüstrinin kalite standartlarını da hayli yukarı çekti. Sadece çocukların değil, her yaş kategorisinden izleyicinin fenomeni haline gelen Shrek'in bu başarısı, yeşil devin, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlara da konuk olmasını sağladı.
Shrek'in güçlü kolları sonunda Broadway'e kadar uzandı. Dünyanın en prestijli sahnesi, Shrek ve arkadaşlarının hikayesini tam bir yıl boyunca misafir etti. Eleştirmenlere ise bu harika müzikal uyarlamaya tam puan vermek düştü. Jeanin Tesari'nin bestelediği müzikleri, David Lindsay-Abaire'nin yazdığı şarkı sözleri ile ilk saniyesinden son saniyesine kadar benzersiz bir deneyim yaşatan Shrek Müzikali, çok prestjli Tony Ödülleri'nin yıldızlarından biri oldu. Tim Hatley'nin tasarladığı harika kostümler, Shrek Müzikali'ne En İyi Kostüm dalında fazlasıyla hak edilmiş bir ödül getirdi.
Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde deneyimleme şansını yakalayacağınız Shrek Müzikali, toplam 22 şov boyunca her yaştan Shrek hayranını misafir edecek. 10 konteynerlik dev seti, 60 kişilik kadrosu ve canlı orkestrası ile müzikal tarihinin en ihtişamlı ve eğlenceli yapımlarından biri olan Shrek Müzikali'ni orijinal dilinde, Türkçe üstyazı ile beraber izleme şansını kaçırmayın.
Müzikali beklerken Shrek'le ilgili önemli satırbaşlarını tekrar gözden geçirmekte fayda var.
-William Steig'in 1990 tarihli Shrek! isimli kitabının hakları, ilk olarak Steven Spielberg tarafından 1991'de satın alındı.
-1995 yılında Shrek'in beyaz perde uyarlaması için çalışmalar başladı.
-Shrek'i selendirmesi için seçilen ilk kişi, ünlü komedyen Chris Farley'di.
-Farley, 1997'de hayatını kaybedince Shrek'in seslendirilmesi görevi Mike Myers'a verildi.
-Serinin ilk filmi, toplam 484.4 milyon Dolar'lık gişe hasılatıyla kendi arenasında bir rekor kırdı.
-Shrek, Akademi Ödülleri tarihinin ilk En İyi Animasyon Film Oscar'ını 2001 yılında kazandı. En İyi Uyarlama Senaryo dalında ise aday oldu.
-Shrek, Mayıs 2010'da Hollywood Bulvarı'ndaki Şöhret Yolu'nda kendine ait bir yıldıza kavuştu.
Shrek The Musical, Türkiye'de ilk kez 22 Ocak - 7 Şubat 2016 tarihleri arasında orjinal dili ve Türkçe üstyazı ile Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde!
Detaylı bilgi almak için tıklayabilir, ön satış fiyatlarını kaçırmamak için hemen satın alabilirsiniz.


Bir boomads advertorial içeriğidir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...