PARFÜMÜN DANSI
Jitterbug Perfume
TOM ROBBINS
Çevirmen: Belkıs Ç. Dişbudak
Ayrıntı Yayınları
2012, 22.Baskı
368 Sayfa
Parfümün Dansı elimde uzun bir süre gezdi. Ev taşıma durumumuzdan önce başlamıştım, yeni evimize geçmemiz ve düzenimizi kurmamızla tekrar devam edebildim. Kitabı okuyan bir arkadaşım Parfümün Dansı'na bu kadar ara vermemelisin bence baştan oku demişti, dinlemedim... :) Hata yaptım herhalde. Taşınma durumundayken ara ara elim okumaya gitse de kitaptan bir türlü istediğim hazzı alamıyordum. Ne zaman işler bitti, uzun uzun okuma zamanım oldu, o zaman keyif almaya başladım. Bunları niye yazdım :) Diyeceğim şu ki bence Parfümün Dansı'nı kısa kısa değil, bölüm bölüm, kendinizi vererek okuyun.
Sıra geldi kitabın içeriğinden bahsetmeye, ilk önce karakterlerden başlayalım;
Yaşlanan kralın öldürülmesi ve genç, kuvvetli bireyin tahta geçmesi geleneği olan bir krallıkta, ilk beyaz saçını fark eden ve ölmek istemeyen Kral Alobar...
Erkek ölünce eşinin de beraber gömülmesinin doğal sayıldığı bir Hint köyünde yaşayan ve ölümden kaçan Kudra...
Kendisine inananlar azaldıkça, güçlerini kaybeden bir Tanrı, Pan...
Mükemmel Parfümü arayan; Priscilla, V'lu, Madam Devalier, Marcel ve Claude LeFever...
Pan eski günlerine dönebilecek mi? Alobar ve Kudra kendilerini bekleyen kaderden kaçıp kurtulabilecekler mi? Mükemmel Parfüm, ya da Kusursuz Tako'ya ulaşılabilecek mi? Bu kadar farklı karakter nasıl bir araya gelip bir roman oluşturacak? Peki herkesin kapılarına bırakılan o pancarlarda neyin nesi?
Tom Robbins'in dünyası, kelimelerle dansı sizi bekliyor...
Altı Çizilesi:
Öyle sert bir adamdı ki, kırk yılda bir yüzüne zorla bir gülümseme kondurduğunda vücudu o gülümsemeye bir hastalıkmış gibi muamele eder, bu yabancı hayatı bünyesinden bir an önce atabilmek için interferon salgılama hızını üç katına çıkarırdı.
Öğleden sonra saatleri birbirini izlerken gölgelerimiz de uzar. Geceleri karanlıkta biz kendimiz de gölge oluruz. Bu bugün de, o zaman da hep böyleydi. Yalnızca eski günlerde insanlar bunun farkındaydı, hepsi bu. Eski günlerde dünya dindardı. İlgi doluydu.
İnsan, varoluşu bir ödüller ve cezalar sistemi gibi görecek kadar yüzeysel olsa bile, zaferlerimizin karşılığını da yenilgilerimizin karşılığı gibi pahalıya ödediğimizi er geç anlar.
Gülümseyerek uyudular. İşte şeytan denen varlık, horozlara sabahın beşinde ötmeyi, uyuyan çiftlerin yüzündeki gülümseme ifadesini silebilmek için öğretmiştir.
İnsan kendini ölüme programlar. Daha ilk soluğumuz alırken, son soluğu beklemesini öğretirler bize. Eğer insanı başka şey öldürmezse bu telkin öldürmeye yeter... Vücut, zihnin uşağıdır. Eğer vücudumuza durmadan, yetmiş ikiye vardığımızda nalları dikeceğimiz söylersek, yetmiş ikiye varınca gerçekten dikeriz nalları.... Eğer ölümün kaçınılmaz olduğuna inanıyorsan, o zaman kaçınılmazdır. Tutum meselesi, tutum. Tabutu çivileyen ölüm isteğidir. Hem de her seferinde.
Aşkın yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulmaz biri yapmasıdır. ama aşıklar yinede kavga eder. çoğunlukla aralarında ki havayı yeni baştan elektriklendirebilmek, ilişkilerini canı tutabilmek için ederler bu kavgaları.
Öyle çok konuşuyorsun ki, öldüğün zaman dilini ayrıca sopayla öldürmek zorunda kalacaklar.