Fransız Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fransız Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Kaiken - Jean Christophe Grange

KAİKEN
Orjinal Adı: Kaiken
Çevirmen: Tankut GÖKÇE
Doğan Kitap
Temmuz 2013, 30. Baskı
384 Sayfa

AFD:
    Özellikle Kızıl Nehirler ve Leyleklerin Uçuşu ile hayran olmuştum Grange'e. Fakat Ölü Ruhlar Ormanı ve Koloni kitapları hakkında duyduklarım ve en sevdiğim yazarlardan biri olan Glenn Meade'i keşfetmemle, Grange benim açımdan biraz ikinci planda kaldı. Her kitabını merak etmeme rağmen elim bir türlü gitmedi diyebilirim. 

    Baş karakterimiz, saplantılı derecede bir Japonya aşığı olan Başkomiser Oliver Passan. Tabii böyle bir Japonya aşığının eşinin nereli olduğunu da tahmin etmek çok zor değildir herhalde. Kitap Oliver Passan'ın, hamile kadınlarının karınlarını yararak çıkardığı fetüsleri yakan sapık bir seri katili kovalamasıyla başlıyor. Passan katil olduğuna emin olduu kişiyi bir türlü suç üstü yapamıyor ve cinayetler sürüyor. 

  Passan sürekli katili kovalamasına rağmen, bir gün içinde her şey değişiyor ve kovalanan kendisi oluyor. Katil evine kadar girmiş ve açıkça Passan'ı ve ailesini tehdit etmeye başlamıştır. 

  Kitabın büyüsünü bozmamak adına daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Fakat gerçekten kitapta çok güzel sürprizler var. Katili mi, olayları mı tahmin etmek zor bilemedim. Bana göre kitabın içeriği adına zorlama gelen birkaç yer dışında, kitabı oldukça sevdim. Polisiye okumayı özlemişim. Siz de farklı tarzda bir polisiye okumak isterseniz, öneririm.

  -Dikkat kitabın içeriği hakkında bilgi içerir-
  Oliver gibi güçlü bir karakterin, umulmadık cinayetleri çözen bir başkomiserin, Naoko'ya geçmişi hakkında neredeyse hiçbir şey sormaması, hatta çocuklarının doğumunda bile Naoko'nun tek başına ülkesine giderek doğum yapmasına izin vermesini çok saçma buldum. Grange, Oliver'ın ne kadar saplantılı bir Japonya aşığı olduğunu, Japonya'da bile artık dinlenmeyen müziklere, uygulanmayan geleneklere olan bağlılığını sürekli vurgulaması sırf bu yüzden diye düşünüyorum. Naoko'nun geleneklerine saygı duyduğundan eşinin kilometrelerce ötede yalnız başına doğum yapmasına izin vermesi kadar saçma bir şey olamaz. Hangi baba buna izin verebilir ve hangi başkomiser Japonya'da doğum yapmaya gidiyorum diyerek Amerika'da doğum yapan eşinin yalanlarını fark etmez.  Kitap maalesef burada benim için inandırıcılığını yitirdi

-"Kaiken"i buradan satın alabilirsiniz.-

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yabancı - Albert Camus

YABANCI
Orijinal Adı: L'Etranger
ALBERT CAMUS
Çevirmen: Vedat GÜNYOL
Can Yayınları
Ocak 2012, 38. Baskı
(Orijinal İlk Basım 1942)
112 Sayfa

AFD:
  Yabancı'da aykırı kahramanımız Mersault'un topluma, dünyaya yabancılaşması konu ediliyor. Mersault bizlerden çok farklı bakıyor olaylara. Mersault için; ölümün var olduğu bir dünyada 30 yıl ya da 70 yıl yaşamak pek de farklı değildir.

  Kitap; Mersault'un huzurevinde yaşayan annesinin ölümüyle başlar. Annesinin ölümüne olan kayıtsızlığı herkesin dikkatini çeken Mersault, bir de sebepsiz yere cinayet işler. Mahkeme önüne çıkar ve adam öldürmekten yargılanır. Yargılama sırasında annesinin ölümüne olan kayıtsızlığı da sürekli önüne getirilir. Taraflar ve tanıklar dinlenir. Ve son söz söylenir...

  Camus bizlere çok farklı bir karakter sunmuştur. Annesinin ölümünden bile etkilenmeyen, durup dururken adam öldüren ve idamla yargılanmakta olduğu halde hiçbir şeyi umursayan bir adam portresi sunmuştur.
  Vedat Günyol'un kitabın önsözünde yer verdiği "Yıl 1942. Fransa, Hitler ordularının toplu tüfekli, tanklı, çizmeli mahmuzlu, hoyrat işgali altındadır. Çevresine ve de kendine yabancı düşmüş bir insancığın, sıradan, akıldışı, mantıkdışı bir dünyada, aklın hiçbir yardımı olmaksızın gün gün, dakika dakika yaşayışını dile getirmektedir Yabancı romanı." bu bölüm aslında Camus'un düşüncelerinde, yaşadığı yer ve zamanın ne kadar etkili olduğuna dikkat çekmektedir.

  Böyle büyük acıların yaşandığı bir tarihte; "Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? Başkasının tanrısından bana neydi? Başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi?" diye düşünen bir karakterin yaratılması aslında ne kadar da olağandır.

Kitabın Tanıtımından:
   1942'de yayımlanan Yabancı, romancı, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi yazar Albert Camus'nün ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır. Romanda, bir Arap'ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplum dışına itilen bir "yabancı" aracılığıyla, XX. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen "anlam"ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü, arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Meursault'nun dış dünya ile arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirir.

17 Ekim 2014 Cuma

Yıkıntı Çiçekleri - Patrick Modiano

YIKINTI ÇİÇEKLERİ
Orijinal Adı: Fleurs de Ruine
PATRICK MODIANO
Çevirmen: Hülya Tufan
Can Yayınları
1993, 1. Baskı
(Orijinal İlk Basım 1991)
112 Sayfa

AFD:
   Patrick Moiano'nun Nobel Ödülü'nü aldığını duyunca, "kimmiş, ne yazmış?" diye araştırmaya başladım. Kitaplarına bakınca yıllar önce alıp henüz okumamış olduğum Yıkıntı Çiçekleri'nin yazarı olduğunu öğrenmiş oldum. Bu rastlantıyı işaret olarak görüp okumaya başladım.

     Kitap 112 sayfa olmasına rağmen, benim için zorlu bir okuma oldu. Ya çeviriden, ya da yazardan kaynaklı, algılama sorunu çektiğim yerler oldu. Büyük ihtimalle çeviriden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Elimdeki kitap 1993 basımı ve Türkçe'ye ilk çevrilmiş hali. Modiano'nun Nobel ödülünü kazanmasıyla Can Yayınları büyük ihtimalle kitabın yeni basımlarını, yeni çeviriyle piyasaya sürer.

     Yıkıntı Çiçekleri'nin arka kapak yazısında kitabın içeriği hakkında kısaca; "Patrick Modiano'nun yıllar önce nedensiz yere intihar eden bir çiftin ölümlerini araştırırken, kendi geçmişini ve kimliğini de araştırması" deniliyor. Evet bir çift intihar etmiş ve bu olayı araştıran bir kişi var fakat kitabın sonunda bile çifte ne olduğunu öğrenemiyoruz. Ve o gün o çiftle irtibata geçen herkes araştıran kişinin ya tanıdığı çıkıyor ya da rastlantı sonucu karşılaştığı bir kişi. Bu fazlaca rastlantılar da sıkılmama sebep olan yerlerden biriydi. Sonuç olarak ya kitap çok kötüydü ya da ben kitaptan hiçbir şey anlamadım. Ben o baştaki işareti yanlış yorumladım galiba :))

   Bu arada Can Yayınları'nın Nobel Ödülü alabilecek yazarları keşfetme ekipleri var herhalde, neredeyse tüm Nobel ödüllü yazarlar Can Yayınları'nda. Haruki Murakami'ye Nobel ödülünü çok istiyorsa bir an önce Türkçe yayın haklarını Can Yayınları'na vermesini söylemeliyiz. :)

Kitabın Tanıtımından:
    Can Yayınları, çağdaş roman cangılında keşiflerini sürdürüyor: Türkiye'de ilk kez yayımlanan Patrick Modiano (1945) son dönem Fransız romancılığının en büyük adlarından biri. Yıkıntı Çiçekleri adlı bu romanında Modiano, kendi doğumundan on iki yıl öncesinin gizemli bir olayından yola çıkıyor : Çok düzenli, çok sakin, 'mazbut' yaşamları olan bir genç çift, bir gece rastlantı sonucu tanıdıkları iki çiftle, komşularını şaşırtacak ölçüde şamata yaparak eğlendikten sonra, sabaha karşı intihar ederler. Modiano, kolektif belleğin labirentlerinde yitmiş bir dedektif gibi, bu çiftin son gecesini yeniden kurmaya çalışır; artık eskisi gibi olmayan, taparcasına sevdiği Paris'te dolaşır ve genç çiftin intihar nedenini araştırırken sanki kendi geçmişini, kendi kimliğini de araştırmaktadır; bir süre sonra gerçek, yapıntıya (fiction), imgelem de, anılara karışır. Kimlik araştırması, elbette, insanın kendi geçmişiyle hesaplaşmasıdır ve sonucu önceden kestiremezsiniz. Öyle bir an gelir ki, romandan romana kendi derisini biraz daha soyan Modiano'nun neşterinin soğuk ve keskin çeliğini kendi derinizde duyumsarsınız; bir oda müziği dinlediğinizi sanırken derin bir gerçeğin senfonisiyle karşılaşırsınız. Sarsıcı, sersemletici, yürek buran, ama lirik bir roman Yıkıntı Çiçekleri

21 Haziran 2014 Cumartesi

Germinal - Emile Zola

GERMINAL
Orjinal Adı: Germinal
EMILE ZOLA
Çevirmen: Volkan YALÇINTOKLU
Can Yayınları
Şubat 2011, 1. Baskı
Orijinal İlk Basım: 1885
614 Sayfa

AFD:
   13 Mayıs 2014 günü Soma'da kelimenin tam manasıyla bir facia yaşandı. Madende çıkan yangında 301 işçimiz şehit oldu. Kimilerinin para için , kimilerinin rant için, kimilerinin ise bedava kömür dağıtabilmek için göz yumduğu bütün yanlışlara/eksikliklere rağmen o maden işletiliyordu ve bundan sonra da işletilmeye devam edecek. 19 yıldır imzalayamadığımız Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 176 numaralı "Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi"nde zorunlu olan Kaçış Odaları bu madende de olsaydı belki hiçbir kardeşimiz bu facida can vermeyecekti, biz de bu olayı bir facia olarak görmeyecek, şirket sahiplerini bu kaçış odalarını temin ettikleri için tebrik edecektik. Fakat biz Türkiye'de yaşıyoruz, kiminin koluna taktığı saatin ya da kiminin çocuğuna aldığı geminin, eğer ödüyorlarsa vergisinden bile ucuz olan yaşam odaları maalesef Türkiye'de bulunan çoğu madende yok. Ve sırf muhalefetten geldi diye içeriğine bile bakılmadan yasa önerileri mecliste reddedilmeye devam ediliyor...

   Her zaman birlikte okumaktan keyif aldığım Kitap Kardeşliği okuma grubum bu olaydan sonra Emile Zola'nın Fransa'da 1860'larda yaşayan madencilerin hayatını anlattığı Germinal isimli kitabını okumayı önerdi. Ben de bu acı olayların arifesinde Germinal ile tanışmış oldum.

    1860'larda yaşananların geçen ay Soma'da yaşadıklarımız ile çok da bir farkı yok aslında. Aşağıda alıntıladığım bölüm işin özeti aslında.

   ...Ah! Elbette ki, o ve ailesi madende kazma sallamaya dün başlamamışlardı! Aile, Montsou Kömür İşletmesi kurulduğundan beri yani yüz altı yıldır burada çalışıyordu. Dedesi Guillaume Maheu daha on beş yaşında bir yumurcakken Requillart'da ana damarlardan birini bulmuştu, burası işletmenin ilk maden ocağıydı, Fauvelle şeker fabrikasının yanında bulunan bu eski ocak bugün terk edilmiş durumdaydı. Maden damarı, dedesinin ismine ithafen Guillaume damarı olarak anıldığı için tüm yöre halkı bu keşiften haberdardı. İhtiyar, söylendiğine göre irikıyım, çok güçlü bir adam olan ve altmışında eceliyle ölen dedesini tanımamıştı. Sonra, Kızıl lakaplı babası Nicolas Maheu, daha kırk yaşında var yokken, o sırada hala kazılmakta olan Voreux madeninde meydana gelen bir göçüğün altında kalmıştı: Bedeni yamyassı olmuş, kayalar kanını içip kemiklerini un ufak etmişti. İki amcası ve üç kardeşi de aynı madende can vermişlerdi. Kendisi, Vincent Maheu, yalnızca bacaklarındaki rahatsızlıkla madenden tek parça halinde çıktığı için işini bilen bir adam olarak kabul ediliyordu. Zaten başka ne yapabilirlerdi ki? Çalışmak gerekiyordu. Bu iş diğer zanaatlarda olduğu gibi babadan oğula geçiyordu. Şimdi de karşıdaki madenci mahallesinde yaşayan oğlu Toussaint Maheu, torunları ve tüm akrabaları madende kazma sallayarak ömür tüketiyorlardı. Yüz altı yıl boyunca dededen toruna hep aynı patron için, çalışmak ha?...

    Soma'da yaşanan faciadan 1 hafta sonra sağ olarak kurtulan madencilere işbaşı yapmaları için mesaj gönderiliyor. Çünkü ocaklar çalışmadıkça zarar ediyor. Bu mesajı atanlara, attıranlara ölen 301 kişi bir iş kazası olarak görülüyor, çünkü "bu işin fıtratında var" diye yol gösteriyor küçük akıllılara, büyükler!... Daha eşinin cenazesini toprağa yeni teslim etmiş anne, "oğlum babasının yerine işe girecek" diye bir cümle kurmak zorunda kalıyor... Geçim derdi... "Sizi zorla mı soktuk madene" diyor patavatsızın biri, oysa o işçilerin derdi sadece can güvenliklerinin sağlanması yoksa mecburlar, yine girecekler babalarını, kardeşlerini kaybettikleri o madene, o ölüm çukuruna...

      Germinal, Emile Zola'nın en iyi eserlerinden biri olarak anılıyor. Benim ilk Zola okumam oldu ve ben de Zola'nın anlatımını çok beğendim.  Bir madenci mahallesinde yaşanılan hayatta kalma mücadelesini tüm çıplaklığıyla anlatmış bize Zola. 1860'larda geçen hikaye aslında ne kadar da tanıdık, ne kadar da yakınmış bize...

     Soma'da yaşanılanlar tüm dünyada yankılandı ama artık unutulmaya başlandı, yavaş yavaş gündemden düşüyor. Büyüklerimizin! verdiği sözler işlerine geldiği gibi değiştirildi, değiştirilemeyenler ise unutuldu. Biz unutmayalım, okuyalım, bilinçlenelim ve vicdan sahibi bireyler yetiştirelim...


Altı Çizilesi:
   Adalet istemenin karşılığı bunca acı mı olmalıydı?

   ...Ah! O alçak askerlerden biri göğsüme bir kurşun sıksa, ne onurlu bir son olurdu benim için!
   Yenik düşenlerin gizli arzusunu, kederlerinden sonsuza dek kurtulmak üzere ölüme sığınma isteklerini dile getiren bu haykırışla gözleri dolmuştu.


14 Aralık 2013 Cumartesi

Küçük Prens - Antoine De Saint-Exupery

KÜÇÜK PRENS
Orjinal Adı: Le Petit Prince
ANTOINE DE SAINT-EXUPERY
Çevirmen: Sumru AĞIRYÜRÜYEN
Mavi Bulut Yayıncılık
Kasım 2011, 20. Baskı
96 Sayfa

AFD:
   Küçük Prens, yıllar önce okuduğum ve çok beğendiğim bir kitaptı. Kitap Kardeşliği'nde Aralık ayı kitaplarından biri olarak seçilince, bir daha okumak istedim. İyi ki okumuşum. Ne çok şeyi unutmuşum öyle. Ah bu büyükleri anlamak zor, her şeyi unutuyorlar. :)

  Küçük Prens bir pilot olan Antoine de Saint-Exupêry'nin en ünlü kitabı. Yazar II. Dünya Savaşı esnasında dünyaya bir umut mesajı vermek istemiş ve bunu bir çocuğun gözüyle yapmaya karar vermiş.  Küçük Prens'in başlangıç noktası ise kendi yaşadığı uçak kazasıdır. Kitapta da olduğu gibi uçağı arızalanınca Tunus'ta bir çöle zorunlu bir iniş yapmış ve çölde kaybolmuş. Dört gün sonra bir bedevi tarafından çölde bulunmuş. 

  Antoine de Saint-Exupêry yaşadığı zorlu günlerden sonra uçmaya yine de devam etmiş. Ta ki, 1944 yılında bir keşif uçuşunda kaybolana dek. Uçağı ve cesedi uzun süre bulunamamış. 1998 yılında bir balıkçı bilekliğini, 2004 yılında ise bilekliğin bulunduğu yerde yapılan araştırmalar sonucunda kullandığı uçağın enkazı bulunmuş.
Antoine de Saint-Exupêry'nin bilekliği

   Belki de; Antoine de Saint-Exupêry o çölde kaybolduğunda Küçük Prens'le gerçekten tanışmıştı ve savaş dolu dünyadan kaçarak Küçük Prens'in minik ama barışçıl gezegenine varmak aracılığıyla uçağını kullandı. Ve  Neden olmasın? Küçük Prens gezegenler arasındaki yolculuğunda kuşları kullanmamış mıydı? Ben buna inanmak istiyorum, yıllar sonra tekrar okuduğum Küçük Prens'in bana  aşıladığı o saf ve umut dolu bakış açısından dolayı. O zaman bilekliği ve uçağının parçaları nasıl mı bulundu ? Ah siz büyükler, hiçbir şeyi kendi başınıza anlayamıyorsunuz...

   Bir zamanlar Küçük Prens'de ülkemizdeki sansür yasağından payını almış. Atatürk'e diktatör iması yapıldığı için yasaklanmış. Her şeyden bu kadar korkmamak lazım  aslında. Çocuğunuza bu kitabı okuduktan sonra gerçek düşüncenizi anlatabilir ve Atatürk'ü tanıtabilirsiniz. Sansür zihniyeti yüzünden bu güzel kitaptan çocuklarımız mahrum kalmamalı. :(

  Bizim sansürlerle yorduğumuz Küçük Prens ülkesinde o kadar seviliyormuş ki, Fransa'nın Euro'dan önceki para birimi olan Frank'larda, posta pullarında Küçük Prens ve Antoine de Saint-Exupêry resimleri varmış. Hatta Lyon yakınlarında bir havaalanına Antoine de Saint-Exupêry'nin ismi verilmiş. 


   Küçük Prens'in yazılışından bugüne dek 70 yıllık macerasını anlatan, hatta yayınlanmamış bir bölümünü de içeren, yine Mavibulut Yayınları imzası taşıyan Küçük Prens'in Güzel Hikayesi de raflarda yerini almış. Küçük Prens severler olarak okumakta fayda var diye düşünüyorum. 

    Yazımı Küçük Prens'in o mükemmel ithaf yazısıyla bitirmek istiyorum.


Léon Werth’e

   Bu kitabı bir büyüğe adadığım için çocuklardan özür diliyorum. Ama, önemli bir mazeretim var: Bu adam, benim dünyada sahip olduğum en iyi dost. Bir mazeretim daha var: Bu adam her şeyi anlayabiliyor, çocuklar için yazılmış kitapları bile. Üçüncü mazeretim ise şu: Bu adam şimdi Fransa’da, aç bilaç ve soğukta. Ona çektiklerini unutturacak bir şeylere öyle ihtiyacı var ki… Yine de, tüm bu mazeretleri yeterli bulmadıysanız, ben de bu kitabı, bu adamın bir zamanlarki çocukluğuna adarım.
   Bütün büyükler bir zamanlar çocuktular. (Pek azı bunu hatırlayabilse de.) O halde, ithafımı şöyle düzeltiyorum:

Küçük bir çocuk olduğu günlerdeki Léon Werth’e…

Altı Çizilesi:
   Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için gerçekten yorucu...

  Büyüklere, "Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm. Pencerelerinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı..." derseniz eğer, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara denilmesi gereken şudur: "Milyonluk bir ev gördüm. İşte o zaman, "Ah ne kadar güzel!" derler size.

   En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendi kendini yargılamayı becerebiliyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir.

  Kendini beğenmiş kişiler, övgüden başka bir şeye kulak vermezler. 

  Ama gözler gerçeği göremez ki. Yüreğiyle aramalı insan.

  İnsanların hiçbir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Kızıl Nehirler - J.Christophe Grange


KIZIL NEHİRLER
Orjinal Adı: Les Rivieres pourpres
Jean-Christophe GRANGE
Doğan Kitapçılık
Kasım 2004 23.Basım
406 Sayfa

MRW:

   Kızıl Nehirler, Jean Christopher Grange’ın 2. ve kuşkusuz en sevilen kitabı. Ne zaman Grange’ın diğer kitaplarından birini elime alsam, “Kızıl Nehirler’i okudun mu?” sorusuyla karşılaşırdım. Bir kaç kez benim de niyetlenmeme rağmen, nihayet sonunda başlayabildim ve çok beğendim. Söylenen kadar varmış gerçekten.

   Roman, iki ayrı koldan iki ayrı komiser soruşturmasıyla başlıyor. İkisi de birbirinden gayet farklı cinayetler, fakat öyle başarılı kurgulanmış ki hikâye, yazar çok güzel bir biçimde bağlıyor iki cinayeti birbirine ve olaylar örgüsü ortaya çıkıyor. Kitabı okurken katili tahmin etme çabalarınız oluyor haliyle. Açıkçası benim tahminim doğru çıktı ama olayların bağlanışı şaşırtıcıydı, öyle bir ayrıntı vardı ki, “vay be” dedirtti. Bence Grange bu kitapta zekâsını ve ustalığını konuşturmuş. “Kurtlar İmparatorluğu” da böyle benzer bir tat bırakmıştı bende. İkisi de Grange’ı sevmeme neden olan kitaplardır.

   Kitap’ın olumsuz yönü olarak şunu söyleyebilirim; yazar Fransızca isimler kullandığından, bazen bu kimdi diye geri döndüğüm oldu. Bir de sonunu beğenmedim keşke başka türlü bitseydi roman. Olumlu olarak ise; çok akıcı ve gerçekten merak uyandırıcıydı. Sonunu öğrenebilmek için çabuk çabuk okuyup bitirmek istedim.

Grange okuyan biriyseniz eğer, Kızıl Nehirler’i mutlaka okumalısınız.



26 Aralık 2011 Pazartesi

Yasımı Tutacaksın - Dominique Lapierre / Larry Collins


YASIMI TUTACAKSIN
Orjinal Adı: ...ou tu Porteras mon deuil
DOMINIQUE LAPIERRE & LARRY COLLINS

Çeviri: Ayda DÜZ
Payel Yayınevi
Kasım 1993 8.Basım
364 Sayfa
AFD:
      Türkçe olarak ilk basımı 1972'de yapılan kitabın elimdeki 1993 8.Basımı. İnternette kitap sitelerinde gezinirken denk geldiğim, biraz daha araştırınca mutlaka almalıyım dediğim bir roman. Ankara Zafer Çarşısı'nda bir sahafta biraz hırpalanmış halde bulduğum ve kitaplığımıza eklediğimiz bir eser. Kitapta 364 sayfaya ek olarak resimlerin bulunduğu 16 sayfa daha yer almaktadır.

     Yasımı Tutacaksın'da ünlü İspanyol matador Manuel Benitez Peres nam-ı değer El Cordobes'in yoksul bir çocukken tutulduğu matador olma tutkusunu, tüm zorluklara rağmen nasıl gerçekleştirdiğini konu alıyor. Kitapta El Cordobes'in bu zorlu mücadelesine paralel olarak ispanya iç savaşı da anlatılıyor. İç savaşın anlatıldığı kısımlar romanın hızını biraz düşürse de, El Cordebes'in hayatının anlatıldığı bölümler tek solukta bitiyor.

     Şunu önemle belirtmek isterim ki tam anlamıyla bir hayvanseverim, televizyonda bile olsa bir boğa güreşi gördüğümde "bunun nasıl bir insafsızlık olduğunu" düşünür, sinir olurdum. Fakat bu kitapla beraber El Cordobes oluyorsunuz. Onun matador olma tutkusunu o kadar içten yaşıyorsunuz ki. O an boğa güreşine çok farklı gözle bakıyorsunuz.

     Kitap şu can alıcı cümleyle başlıyor; "Ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın"

     Manuel Benitez'in hırsı defalarca dayak yemesine, hapishaneye düşmesine, ölümcül yaralar almasına hatta doğduğu kentten kovulmasına rağmen hiçbir zaman tükenmiyor. Manuel kovulduğu kentte omuzlar üstünde taşınacağı günün geleceğini bir an bile aklından çıkarmadan o anı yaşamak için hayatını ortaya koyarak Matador olma mücadelesi veriyor.

Altı Çizilesi:
    ...Manuel Benitez doğduğu kentten kovulmuş, ablasını yaşadığı Madrid'e gelerek düşlerini gerçekleştirmeye çalışırken, ablası Ecarna kurduğu mutlu yaşantısında Manuel'i istemiyordu. Manuel de sadece bir kez ablasının kapısını perişan bir halde çaldı. Manuel'in geliş nedeni yırtık gömleğinin içinde titizlikle sakladığı bir karton rulosuydu. Bir sanat yapıtıymışçasına dikatle çıkarıp açtı. Olup olacağı bir takvimdi fakat üzerinde Manolete'nin yani İspanya'nın en büyük matadorlarından birinin portresi vardı.. Manuel ablasının kocasından resmin altına " Ben de bunu gibi olacağım" diye yazmasını istedi. Manuel okuma yazma bilmiyordu. Takvimin altına imzasını atıp yeniden sardı ve geldiği gibi sessizce uzaklaştı. Manuel'in o takvime ihtiyacı vardı çünkü onu nişanlısına yılbaşı armağanı olarak gönderecekti...

     ...Manuel Benitez'in menajeri onun için "Cesaretini herkese bir demet gibi sunuyordu ama hiç kimse istemiyordu o herkesin gözü önünde aç ve umutsuz bir serseriydi" der...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...