30 Ocak 2014 Perşembe

Işığın O Kör Edici Yokluğu - Tahar Ben Jelloun

IŞIĞIN O KÖR EDİCİ YOKLUĞU
Özgün Adı: Cette Aveuglante Absencen de Lumiere
TAHAR BEN JELLOUN
Çevirmen: Gönül AKGERMAN
Can Yayınları
2004, 1. Baskı
248 Sayfa


AFD:
  10 Temmuz 1971 gecesinden itibaren 23 tutuklunun kaldığı Fas'ta bir hapishane olan Tazmamart'ta geçen yaşanmış olayları anlatıyor kitabımız. Ülkede askeri darbe yapılmak istenir ve krala suikast düzenlenmeye çalışılır. Fakat bu girişim başarılı olamaz. Darbe kararını veren üst düzey rütbeliler işkence görerek öldürülürler. Sadece komutanlarının emirlerini yerine getiren alt düzey subaylar ise kimsenin varlığından bile haberi olmadığı Tazmamart hapishanesi zindanlarına atılırlar.

   Bir hapishane düşünün, güneş ışığı yok hatta yapay bir ışık da yok, yatak yok, banyo yok, ziyaretçi yok, telefon yok, mektup yok, kimlik yok, çıkış tarihi yok, çıkış için tek bilet var; ölüm... Bu kadar yokluğun içinde sahip oldukları ise, tuvalet adı altında bir delik, yemek adı altında lapa, günlük 5 litre su ve en önemlisi inanç.

  Zindanda bulunan 23 kişi için ucu görünmeyen bir hayatta kalma mücadelesi başlıyor, soğuk, hastalıklar, böcekler ve en zoru; kendi zihinleri ile mücadele başlıyor. Kimileri erken pes ediyor, kimileri ise bu korkunç işkenceye dayanmak için elinden geleni yapıyor.

  Tazmamart'ta neler olmuştur,  hiç kimse tarafından bilinmeyen bu yerde, yaşadıkları tahmin bile edilemeyen insanlar için bir umut ışığı var mıdır? Babası kralın en yakın adamlarından biri olan tutukluyu gelecekte neler bekliyordur. Kimler savaşacak, kimler ise bilinmezliğe uzanan bu yolda düşüp kalacaktır.

  Gerçek yaşamdan alınmış hikayeleri severim fakat insanlarda acımasızlığın bir sınırı olmadığını görmek çok etkisi altında bıraktı beni. Bence böyle gerçek hikayeleri, dersler çıkarmak adına mutlaka okumak lazım. 
   
  Kitabın bazı yerlerinde çok fazla tekrara düşülmüş. O kısımlar hariç kitabın yazım tarzını da beğendim.

Tazmamart Hapishanesi
haoran66.wordpress.com


Altı Çizilesi:

   Hatırlamak ölmek demek. En büyük düşmanın hatıralar olduğunu anlamam biraz uzun sürdü.

   10 Temmuz 1971 gecesinden beri yaşım yok. Ne ihtiyarladım ne gençleştim. Yaşımı yitirdim. Artık yüzümden okunmuyor. Gerçek şu ki, var olmadığım için ona bir yüz veremiyorum. Hiçliğin yanı başında durdum kaldım, orada zaman yok, rüzgara kapılmış, hafif bir meltemin dalgalandırdığı beyaz çarşaftan oluşan o uçsuz bucaksız sahilde bırakılmış, bağrına sığınan yıldızların, görüntülerin, çocukluk düşlerinin boşaltıldığı gökyüzüne savrulmuş, zamanın içindeki her şey yok olmuş, Tanrı bile.

   Binbir Gece Masalları'nı okumamış olmaktan büyük pişmanlık duyuyordum. Kader işte. İnsan kendi kendine: Nasıl olsa zamanım var, diyor ve kimi kitapları kenara koyuyor; sonra da okumayı unutuyor.

   Her yanımızın kitapla dolu olmasının eğitimimizdeki payı küçümsenemez.

24 Ocak 2014 Cuma

Bukre - Kahraman Tazeoğlu

BUKRE
KAHRAMAN TAZEOĞLU
Destek Yayınları
Ekim 2013, 1. Baskı
304 Sayfa


MRW:
   Bukre, Kahraman Tazeoğlu'nun okuduğum ilk kitabı. Kendisi Çanakkale'ye imza gününe geldiğinde almıştık bu kitabı. Bu aralar çok popüler, ben de okuyayım aradan çıksın dedim. Sanırım yazın tatilde şezlongda dinlenirken okusaydım daha çok beğenebilirdim, biraz zamanlama hatası oldu benim açımdan, çünkü buram buram AŞK kokan bir kitap ve aslında çok da severek okuduğum bir tarz değil.. Aslında konusu beni şaşırttı çünkü daha farklı bekliyordum, ilk sayfadan sonu tahmin edilebiliyordu, okuyucuyu şaşırtmayan bir hikaye seçmiş Kahraman Bey.

   Şu an hala çok okunanlar ve satanlar listesinde, çok bunaldığınızda veya dediğim gibi otobüs yolculuğu ya da tatilde okunulabilir bir kitap, en azından kafa dağıtır. Yazarın emeğine saygım sonsuz, sadece biraz genç kız romanlarına benziyordu, ortaokul ve lise öğrencilerine hitap eden bir kitap olmuş bence. Haa, tabi eğer iflah olmaz bir romantikseniz tam size göre bir roman da diyebilirim :)

    Çok fazla söz sanatı vardı, bu kadar fazla olması beni baydı malesef, yazar tadında bırakmalıydı, neredeyse her satırı aşk hakkında felsefik sözler doluydu. Tek eleştirim; Selim ve Bukre dışarıda gezerken veya birlikte otururlarken bile süslü, şaşaalı sözlerle konuşuyorlardı birbirleriyle ve bu bana pek gerçekçi gelmedi nedense.. orta okuldayken bir ajandam vardı böyle sözleri yazdığım o günleri hatırlattı bana, nostalji oldu :)

Hemen bir kaç örnek yazayım kitaptan;

     Hayır... Yalnız değilim, tıklım tıklım sensizim!

     Söyle, kimin hatasıydın sen; bedeli bana ödetilen?

     Senin yolun bir tek sana gider, benim yolum yalnızca senden geçer. Sen bencil, ben sencil. 

     Beni severken kimi unutmaya çalışıyordun?

     Sen benim yerde bulduğum gökyüzümdün.

     Neden mi senden çok daha öndeyim? Herkesin dünyası kendi gördüğü kadardır sevgilim. Sen önüne bakarken, ben uzakları ezberledim. Sen olup bitenlerle ilgilenirken, ben olmayanın izindeydim.

    Öyle bir söz yazarsın ki bütün bir hayatı anlatır, öyle bir hayat yaşarsın ki bütün sözler anlamsız kalır.

       Sen beni değil, geçmişindeki geçmeyeni seviyorsun!

     Neden bu kadar yalnızım biliyor musun? Çünkü insanları iyi tanırım. Yalanı gözünden anlarım. Yalanlar çok konuşur. Yalancılar, kelimelerle açtıkları yaraları suskunluklarıyla örtüp giderler. Daha da gidecekler. Çünkü herkes yalanlarıyla gider, ben inandığımla kalırım.

      Meğer her şeyimmiş gibi davranan hiçbir şeyimmişsin sen!

   Öyle bir kederdi ki yokluğun, kendi yaramı bile tanıyamadım. Soruyorum sana; içinden atamadığın hangi aşkın artığıydım? Kimin intikamı benden alındı? Ömrünün kaçıncı aşkında bana gelmiştin ve hangi durakta inecektin? Ellerin bendeyken kalbin kimdeydi?

  Dediğim gibi Kahraman Tazeoğlu Çanakkale'ye imza gününe geldiğinde almıştık Bukre'yi. Kahraman Bey neredeyse tüm Türkiye'yi gezdi, her gün bir şehirde imza günü vardı. Keşke diğer yazarlar da Kahraman Bey kadar duyarlı olsalar, en azından okuyucularına saygıdan 2-3 yılda bir birçok şehri kapsayan imza günleri düzenleseler. Sadece büyük şehirlerde imza günlerinin olması haksızlık. Zaten halk için yazıyorlar ama maalesef halkla bir araya gelenlerin sayısı çok az. Neredeyse yolda görsek tanıyamayacağız en sevdiğimiz yazarları.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Nar Ağacı - Nazan Bekiroğlu

NAR AĞACI
NAZAN BEKİROĞLU
Timaş Yayınları
Nisan 2013, 7. Baskı
533 Sayfa

AFD:
   Nar Ağacı'nı Kitap Kardeşliği'nin Ocak Ayı okumasıyla 200 kişi ile birlikte okudum. Daha önce eşim okumuş ve yorumlamıştı. Eşimin aksine içinde tarih barındıran kitapları severim. Özellikle tarih güzel bir şekilde romanlaştırılmışsa. 

  İlk başta romanın ismini eleştirmek istiyorum. Yayıncının, Nazan Hanım'ın yazdığı kitabın ismini bile seçmesine izin vermemesini kabullenemiyorum. Kitabın ismi Taht-ı Süleyman olsa bu kitap okunmayacak mıydı sanki? Taht-ı Süleyman beğenilmeyince Nazan Hanım başka önerilerde sunmuş ama hiçbiri beğenilmemiş. Bence yayınevinin yaptığı çok gereksiz bir müdahale olmuş, bir kitabın ismini yazarından daha iyi kim koyabilir? İşte bu kadar zorlar ve göz boyamak adına isim seçerseniz, kitabı hiç bir şekilde yansıtmayan bir isim koyarsınız. Kitabın ismi kesinlikle kendisini yansıtmalı. Bu Nar Ağacı'nda göz göre göre ihmal edilmiş. :(

   Nar Ağacı'nı otobiyografik bir roman sınıfına da koyabiliriz aslında. Nazan Hanım'ın Zaman Gazetesi'ne verdiği röportaja göre olayların çıkış noktası kendisinin ve ailesinin hayatı. Anlatıcı gibi o da ailesinin geçmişini araştırmış. Taht-ı Süleyman'a, Tebriz'e gitmiş dedesinin yaşadığı yerleri görmüş. Oralarda dedesinin akrabalarını bulmuş. Fakat olaylar tabii ki birebir anlatılmamış. Hikayenin eksik kalan yerleri kurgulanmış ve Dede Setterhan bir roman kahramanı olmuş.

  Nazan Hanım 93 Harbi, Balkan Savaşı ve sonrasında yaşananları, o dönemleri yaşatırcasına detaylı betimlemeleriyle çok güzel anlatmış. Vatanı savunmak için gönüllü olan askerlerin bile cepheye varamadan hastalıktan, açlıktan şehit düşmesi, sırayla milletlerin muhacirliğe çıkması, Rumların gidişine üzülen Türklere çok zaman geçmeden muhacirlik yolu gözükmesi, muhacirlikte yaşanan zorlu süreç, düzensizliğin fırsatçıları; çeteler, bunların yanı sıra o zorlu günlerde Tebriz, Yezd, Batum'da yaşananlar içine aşk, ihanet, affetme ve affedememe gibi duygularda işlenerek insanın kalbine işlercesine anlatılmış.

 Tüm yazdıklarım kitabı beğendiğimi gösterse de, Nazan Hanım'ın romanı anlatmada seçtiği yol; fotoğraflara ya da olayların geçtiği yerlere bakıp eski zamanlara gitmesi eşim gibi beni de rahatsız etti. Kitabı okurken her of çektiğimde, eşim; "Benim de hoşuma gitmemişti ama ben senin kadar takılmadım oralara, sen çok taktın." dediyse de, her bölümün başında anlatıcının "ben de oradaydım", "gördüm", "arkalarındaydım", "onlar beni görmüyordu", "birlikte gittik" vs. demesi bana çok itici geldi. Tamam kitabı böyle kabul ettim, anlatıcımız fotoğraflara bakıp geçmiş dönemlere gidip görünmeden olayları izleyebiliyor. Peki nasıl oluyor da sadece görünmez olmakla bile şahit olunamayacak; insanların iç konuşmalarını ve rüyalarını da bize anlatabiliyor? Her bölümün başında oralarda bulunduğunu ima etmesi ve gerçeküstü olaylar olduğunu kabul etmeme rağmen bana mantıksız gelen yerler okuma zevkimi gerçekten de çok düşürdü. 

  Hani kitabı okurken işimiz olur da "şu bölüm bitsin yaparım" deriz fakat o bölüm bittiğinde kitabı kapatmak istemez bir dahaki bölümde ne olduğunu merak eder, kitabı kapatırken bile bir iki satır okumaya çalışırız ya; maalesef Nar Ağacı'nda o duyguyu yaşamadım. Bahsettiğim ve neredeyse her bölümde anlatılan ilk kısımlar yüzünden hiç diğer bölümden bir iki satır okuyayım diyemedim. :( Bu güzel hikaye böyle gerçeküstü masallara girmeden de anlatılabilirdi. Benim açımdan o şekilde okumak çok daha keyifli olurdu.
Gülcemal Vapuru
samsun03.blogcu.com
Gülbahar Hatun Türbesi ve Camisi
visittrabzon.com


Taht-ı Süleyman'ın Yukarıdan Çekilmiş Görüntüsü
unesco-dunya-miraslari.blogspot.com

Taht-ı Süleyman Gölü ve Nazan Bekiroğlu
zehrasunay.wordpress.com

Taht - ı Süleyman'da Bulunan Ateşgah (ateşgede)
unesco-dunya-miraslari.blogspot.com
Yezd'de Bulunan Ateşgah (ateşgede)
tr.wikipedia.org
Yezd Sessizlik Kulesi
gezgin-irangezisi.blogspot.com

Altı Çizilesi:
   Gençlik bilse, ihtiyarlık yapabilse.

  İşte bu dünyadaki her şey o kadar gölge. Perdenin bu tarafında hepimiz birer gölgeyiz aslında. Oyun bittiğinde bir püf! Mum söner. Oyun biter. Bütün suretler de Karagözcünün kutusunda bir araya konur, kaldırılır. Geriye ne suret kalır ne perde.

  İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir.

   Bir yaranın acısını unutmak için gönlünde başka bir yaranın açılmasına razı geldin. Üstelik kendini bu yaraya koşulsuz devredemedin, sürekli hesaplar yaptın. Aşk değildi bu. Aşk olsa hesap yapacak mecali kendinde bulamazdın.
   Bu kadar hesap yapmaya ne gerek vardı? Hepi topu aşk işte. Gelir, yaşanır ve günü gelince biterdi.

 Bir tarafımız hep kırık kalacak belki ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz. Bütün yorgunluklarımızı yekdiğerinde dinlendirebilir, birbirimize sığınabilir, iki ayrı ırmağın delicesinde değil bir ırmağın derininde akabiliriz.Yeniden diyebiliriz.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Bir Bilim Adamının Romanı - Oğuz Atay

BİR BİLİM ADAMININ ROMANI
(Mustafa İnan)
OĞUZ ATAY
İletişim Yayınları
2013, 40. Baskı
284 Sayfa

AFD:
   Bu kitap "Tutunamayanlar" ve "Tehlikeli Oyunlar"dan sonra okuduğum üçüncü Oğuz Atay romanı oldu. "Bir Bilim Adamının Romanı" Oğuz Atay'ın tarzının dışında bir biyografi romanı, tabii tarzının dışında olması bizim, kendisinin ince zekasından, güzel cümlelerinden ve eleştirel tavrından uzakta kalacağımız anlamına gelmiyor. 

Mustafa İnan
kutuphane.itu.edu.tr
  Bir Bilim Adamının Romanı'nda, Oğuz Atay bize hocası Mustafa İnan'ı anlatıyor. Okuduğum bölümle, yaptığım meslekle, ilgilendiğim alanlarla ilgili olmadığından mı? yoksa cahilliğimden mi? bilmem Mustafa İnan ismini bugüne kadar hiç duymamıştım. Biyografisini Oğuz Atay dışında biri yazmış olsaydı kuvvetle muhtemel yine Mustafa İnan'dan haberim olmayacaktı.  Gerçi Bir Bilim Adamının Romanı; gençleri bilime ve bilim adamı olmaya özendirmek adına TÜBİTAK desteğiyle yazılan bir roman olduğundan, "Ismarlama Roman" diye de eleştirilmiştir ya; keşke her biyografi Oğuz Atay'a ısmarlansaydı da bizim de böyle nadide insanlardan haberimiz olsaydı. Biyografileri resmi evraklar gibi değil de roman tadıyla Oğuz Atay'ın kaleminden okuyabilseydik. 

   Mustafa İnan hakkında çok fazla bilgi vermeden, yorum yapmak istiyorum. Kitapta bulabileceğiniz ayrıntıları burada anlatıp kitaptan alınan zevki azaltmak istemem. Yine de bir kaç cümle ile Mustafa İnan'ı anlatmak istersem: Mustafa İnan kolejlerde büyümeyen hatta ailesi geçim derdi çektiği için "Leyli Meccani" (Parasız Yatılı) okuyan bir öğrenciymiş. Zorlu eğitim şartlarında okumasına rağmen, azmetmiş ve dünyaca tanınan bir Bilim Adamı olmuş. Tabii bildiğimiz inek öğrencilerden de değilmiş Mustafa İnan, herkes tarafından çok sevilen bir insanmış. Ömrü boyunca doğru bildiklerini yapmaya çalışmış. "Yıllardır böyle" , "Böyle gelmiş böyle gider" cümlelerini tekrarlayan beyinlere rağmen farkını göstermiş ülke adına büyük hizmet yapmıştır. Tabii değeri,  arkadaşları ve onu anlayan azınlık dışında, her zaman olduğu gibi sonradan anlaşılmış, öldükten dört yıl sonra Bilim Hizmet Ödülü'ne layık görülmüştür.

  Bir Bilim Adamı'nın Romanı özellikle:  "Ben bunlara niçin çalışıyorum, bunlar benim ne işime yarayacak" diyen öğrenciler; "Şu üniversite bir bitsin, kapağı bir işe atayım tamam" diye düşünen geleceğin fizikçileri, matematikçileri, mühendisleri; "Ben anlatır geçerim, ister anlasınlar ister anlamasınlar" diye düşünen bankamatik memuru öğretmenler; "Ahh benim de çanta taşıtma sıram gelecek mi?" diye hayaller kuran araştırma, öğretim görevlileri; kendisinin eğitmesi için yanlarına verilen asistanlarını köle olarak gören ve kendisinden üstün bir mertebeye çıkmasından korktuğu için bildiklerini asistanından saklayan profesörler ve o ulaşılmaz odalarında, rahat deri koltuklarında oturan, üniversitenin açılışında, diploma töreninde ya da televizyon programlarında ancak öğrencilerin yüzlerini görebildiği dekanlar ve rektörler tarafından mutlaka okunmalı. Bu saydığım düşüncedeki insanlara nasıl bir etkisi olur bilemesem de, "Nasıl vatanıma, milletime faydalı bir birey olurum?" diye düşünen her yaştan insanın okurken, kendine dersler çıkaracağı, ilerisi için kendisine hedefler koymasını sağlayacak ve hedefleri olan insanların da bu hedeflere ulaşmasında aradığı motivasyonu satır aralarında saklayan gerçek bir hayat hikayesi: Mutlaka okunmalı...

Altı Çizilesi:
   ...Ahmet Mithat Efendi tek başına bir gazeteyi dolduruyor, Namık Kemal de tiyatrodan romana, şiirden siyasete kadar her konuyu deniyordu. Her şeyden biraz bilmeye çok önem veriliyordu. Herkes her şeyi biliyordu. Herkes her şeyden anlıyordu. 
   Bu rüzgar 1930 yıllarında da bütün gücüyle esiyordu. Aceleden, yeni kılıklar Batı'dan ithal edilirken, kafaların ithali unutulmuştu; ya da gümrüklerden çekilmemişti. Saçı ve sakalı uzun olan -biraz uzun tabii- şairler filozof sanılıyordu: tarih, dil, sosyoloji gibi konularda biraz fikri olanlar -ya da fikri varmış gibi görünenler- bilgin olarak saygı görüyordu. Böyle bilginler de, biraz vakit geçince, artık olgunlaşmıştır düşüncesiyle hemen profesör yapılıyordu. Bilimsel aşamaların akademik bir çalışma sonunda, belirli düzeyde eserlerle geçileceği hiç akla gelmiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu yorulmak bilmeyen 'her şey profesörleri' durmadan teoriler ortaya atıyorlardı. Teoriler mantar gibi büyüyor, bilginler kendi kendine yetişiyordu. Artık ne bilginlerle, ne bunların düşünceleriyle başa çıkmak imkanı kalmamış gibi görünüyordu. Bu arada yorulmaz mütercimler, ellerine geçen her şeyi, insana hüzün verecek kadar acıklı biçimde, Türkçe'ye pek yakın sayılmayacak bir dile çeviriyorlardı...

   ...Her şeye rağmen saf bir iyimserlikleri vardı. Sen buna, bugün biraz modası geçmiş gibi görünen 'milliyetçilik' adını takabilirsin. Belki, daha yeni kurulan bir düzenin heyecanı içindeydiler; millet olmanın heyecanını daha yeni öğreniyorlardı. Öğrenciler henüz, geldikleri illere göre topluluklara ayrılmış değillerdi aralarında. Henüz marşların heyecanla söylendiği dönemler yaşanıyordu. Belki bugünün öğrencileri onları seyretselerdi, hafifçe gülümserlerdi. Ne var ki, bu işten bir çıkarlarıyoktu Mustafaların, bu tutum bir geçim kaynağı olmamıştı. Milletini sevmek, iyi bir duygu olarak tanımlanıyordu; bu kavramlar henüz gerçek anlamlarında kullanılıyordu. İnsanlar, henüz resmi geçitleri filan ilgiyle izliyorlardu. Vatan ve millet deyimleri henüz sadece bayram nutuklarının tekelinde değildi; insanlar yaşantılarında, kendi aralarında bu sözleri kullanıyorlardı. Mustafa İnan'ın sınıfı da acıklı yaşantılarının içinde birlik ve beraberlik gibi şeylerin varlığını da duyuyordu. ...Şimdi bu duygularla alay etmek marifet sayılıyor, biliyorum. Milletini sevmek de ancak onun için durmadan üzülmek anlamına geliyor. Artık millet olmanın sevinci değil, millet olmanın üzüntüsü makbul sayılıyor. Ne yapalım? Bir zamanlarda böyle sevinçler varmış. Bazı kavramlar kötüye kullanıldı diye, şimdi iyi niyetli kimseler bile bu kavramlara dokunmaktan korkuyorlar.

   Evet, Allah yardımcımız olsun diye düşündü Mustafa İnan: Sobamız iyi yansın, çocuğumuza iyi bakılsın, ayın sonunu getirecek paramız olsun, duraklarda uzun zaman tramvay beklemeyelim, suyumuzu soğuk içebilmek için bakkalda buz bulabilelim -belki bir gün buzdolabımız bile olur- bütün bunları düşünmekten vakit kalırsa memleketimize yeni bir mekanik anlayışı getirebiliriz herhalde; 'fotoelastisite'yi bile öğretebiliriz. Halbuki beyler, ilim adamı ender yetişen bir kuştur, ona itina edilmelidir. Mesela İsviçre'de... evet ama İsviçre başka onlar zengin. Canım Hindistan'da bile alimler, hem de atom alimleri yetişmiyor mu? Mesele, zenginlik fakirlik değil. Mesele, zihniyet meselesi.

     Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma.

   Sonunda kendimi açık kapının önünde buldum ve biri arkadan beni kuvvetle itti, odaya daldım istemeden, Mustafa İnan tam karşımda oturuyordu, gülerek bana bakıyordu.Beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu.Allah Allah dedim, kendi kendime: bir hoca, bir rektörde güler mi? Yarı-tanrılar genellikle asık suratlı olurdu; hele o tanrılar mekanik, matematik gibi çok zor şeyleri bilirlerse. ”Rektör güler mi, diye düşünüyordum. Dekan bile gülmezdi. Değil kürsü başkanları, doçentler bile gülmezdi. ”Eren Omay haklıydı; belki asistanlar, ilk acemilik yıllarında biraz gülümserlerdi. Gülmek doktarayı verdikten sonra unutulan bir eylemdi. Belki eylemsiz doçentler, kadro buluncaya kadar biraz dişlerini gösteriyorlardı(gülümsemek için). Canım, belki de herkesin dişleri Mustafa İnan’ınki kadar güzel değildi… 

    Ben henüz dünyada bazı iyi niyetlerin olduğuna inanacak kadar gencim

  Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın olur mu çocuklar? Oppenheimer(ünlü bir fizikçi) gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkaları yapsın, büyük barajlarda başkaları çalışsın. Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bıakınız parayla da onlar uğraşsın. sizin “kuvvetli” olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi “Kuvvet nedir?” diye merak ediyorsanız buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre “Kuvvet” para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?

8 Ocak 2014 Çarşamba

Paralel Dünyalar - Ahmet Saatçioğlu


PARALEL DÜNYALAR
AHMET SAATÇİOĞLU
Esen Kitap
Mayıs 2013, 3. Baskı
164 Sayfa

AFD:
   Paralel Dünyalar'dan Ahmet Saatçioğlu'nun eşi Deniz Hanım'ın mail adresimizden bize ulaşıp hediye etmesiyle haberimiz oldu. Ben pek bilim kurgu okumadığım için kitabın adından dolayı bir tereddütte düştüm. Dünyalar arası savaşlar filan bekliyordum (bunlardan pek hazzetmem) fakat öyle bir konu değilmiş.

   Kitabı genel olarak beğendim, okurken hep neden bu kadar yakın gelecekte bulunan tarihlerden bahsedilmiş diye düşünüp durdum. (Olayların rengi 2014'ten itibaren değişmeye başlıyor.) Keşke en az bir 50 - 100 yıl sonradan bahsedilseymiş daha inandırıcı olurmuş diye düşünüyordum ama son bölümle anlamış oldum, neden bu kadar yakın tarihten bahsedildiğini.

    Dediğim gibi bilim kurgu pek okumamama rağmen hiç sıkılmadan okudum.Dünyada söz sahibi güçlü bir Türkiye hayali bile oldukça güzeldi. Fakat son bölüm... Son bölüm için ne desem az, son bölümün bana yaşattığı his gerçekten müthişti. 

    Kitapta tek gereksiz bulduğum nokta Deha'nın aşkları oldu, kitapla ve konuyla hiçbir bağlantısı olmayan bir aşk üçgenine neden yer verildiğini anlayamadım. Bu cümleyi yazdıktan sonra linkteki videoyu izledim ve cevabımı aldım :) (Videoyu izlerken dikkat, kitabı okumayanlar 7. dakikadan itibaren izlemesinler, kitabın büyüsünü bozmasınlar.) Söyleşiden öğrendiğim bir başka şey ise Paralel Dünyalar bir serinin ilk kitabı olarak düşünüldüğü, 3 kitaplık bir seri olacakmış. Merakla diğer kitapları da bekliyorum.

     Kitabı tavsiye eder miyim? Kesinlikle tavsiye ederim, bilim kurgudan hoşlanmıyor olsanız dahi sadece son bölüm için bile okunur diyorum. 


Kitabın Tanıtımından:
"Ölümsüzlüğün sırrı bulundu." 
-New York Post-, 20 Mayıs 2015

İnsanlığın gen haritasının çözüldüğünü ve ölümsüzlüğün artık mümkün olduğunu düşünün... Ancak insanların ölümsüz olabileceği bu dünya, yok olmak üzere...

"Japonlar, yaşamın devam edebilmesi için atmosfer küreleri yapmayı başardı." 
-Reuters-, 26 Ocak 2018

Mayaların kehaneti altı yıl sonra gerçek olsa ve dünyanın sonu gelse insanlar için yeni yaşam alanları kurulabilir mi? Bu yeni "dünyalarda" güneş yine aynı şekilde mi doğup batar?

"Dünyada gerçek denize sahip tek yer olan Diyarbakır Küresel Turizm Merkezi görkemli bir törenle açıldı." 
Milliyet, 1 Ocak 2020

Oksijensiz ortamlarda çalışabilecek araçların üretildiği, milyarlarca insanın Küre Kentlerde yaşadığı, Diyarbakır'ın dünyada denize sahip tek yer olduğu bir gelecek...

"Türkiye, Japonya ve İsviçre yeni bir birlik kurduklarını açıkladı." -Reuters-, 15 Mayıs 2019

Peki, bu "yeni dünya"nın süper güçlerinden biri Türkiye olsa, Avrupa Birliği'ne kesin üyelik tarihi alan ve üyeliği reddeden bir Türkiye... Az gelişmiş ülkelerin ilerlemesini, gelişmesini sağlayan bir Türkiye... Halkı dolandıran, milyonların parasını cebine indirenlerin ülkeyi terk ettiği bir Türkiye...

Paralel Dünyalar,Türkiye'nin ve dünyanın geleceğine dair "notlar"... Bir bilim kurgu romanı... Gerçek olabilir mi?

3 Ocak 2014 Cuma

2013 Yılında En Çok Satan 100 Kitap

   Her hafta kitap satışı yapan 20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz listemizi daha önce aylık olarak sunmuştuk. Bu sefer 2013 boyunca tuttuğumuz veriler sayesinde hazırladığımız 2013'ün çok satan 100 kitabını sizlere sunuyoruz.



1. Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli - Doğan Kitap
2. Cehennem - Dan Brown - Altın Kitaplar
3. Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small - NTV Yayınları
4. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali - Yapı Kredi Yayınları
5. Efsane - İskender Pala - Kapı Yayınları









6. Dönüş - Ayşe Kulin - Remzi Kitabevi
7. Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda - Yılmaz Özdil - Doğan Kitap
8. Düğümlere Üfleyen Kadınlar - Ece Temelkuran - Everest Yayınları
9. Ruhi Mücerret - Murat Menteş - April Yayıncılık
10. Bukre - Kahraman Tazeoğlu - Destek Yayınları









11. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - Ahmet Ümit - Everest Yayınları
12. Ve Dağlar Yankılandı - Khaled Hosseini - Everest Yayınları
13. Senden Önce Ben - Jojo Moyes - Pegasus Yayıncılık
14. Grinin Elli Tonu - E.L. James - Pegasus Yayıncılık
15. Kaiken - Jean Cristophe Grange - Doğan Kitap



1 Ocak 2014 Çarşamba

Aralık 2013 Çok Satan Kitaplar

  
   Kitap satışı yapan 20 farklı sitenin çok satan kitaplar listelerini harmanlayarak oluşturduğumuz Aralık ayı listemizin başında Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisi var.


Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
   Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşı'nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul'un en gözde yeri olan Beyoğlu'nun hazin hikâyesi. 

   Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke... 

   Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. "Kadınlar," diyor bir ses zihninin derinliklerinden... "Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun." Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. "Kadınlar," diyor o ses yine, "Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder."


1. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - Ahmet Ümit - Everest Yayınları
2. Bukre - Kahraman Tazeoğlu - Destek Yayınları
3. Sabah Uykum - Ahmet Batman - Destek Yayınları
4. Ustam ve Ben - Elif Şafak - Doğan Kitap
5. Soğuk Kahve - Ahmet Batman - Destek Yayınları
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...